Hemen her yeni yıla girerken olduğu gibi 2020 yılına girerken de iyi dileklerde bulunuldu. Sağlık, huzur ve mutluluk getirmesi temenni edildi. Hele hele ekonomik bir darboğaz yaşayan ülkemizde 2020'nin 2019 yılında yaşanılan sorunların geçtiği ve genel bir toparlanmanın başlayacağı umudu beslendi, büyütüldü. Umut tarlalarına yeni tohumlar ekildi, sulandı, ancak gerçeğin tırpanı acımasızca tüm filizlenen umutları şimdiden biçiverdi.
2020 yılına girdiğimizde zaten gergin olan gündem artan çatışma riskleri nedeniyle insanı tedirgin ediyordu. Ve beklenen er ya da geç gerçekleşti. Çok sayıda şehit verdik. Halen de tam ve kalıcı bir barış ortamı sağlanabilmiş değil. Bir yandan Suriye, diğer yandan Doğu Akdeniz derken bir de Libya... Gündem yoğun. Kahraman askerlerimiz görevlerini icra ediyorlar ve ülkemizin stratejik çıkarlarını koruma uğruna yeri geliyor can veriyorlar. Bize de bir yandan onlara destek vermek bir yandan da kalıcı barışın bir an önce sağlanmasını umut etmekten başka çare kalmıyor. Evet, her ne kadar gerçeği kanlı tırpanı tüm yeşeren umutları ivedilikle biçse de, sonuna kadar umut etmekten vazgeçmemeli insan.
Silahlı çatışma çıkması ihtimali bir tek ülkemizin gerçeği değildi. İran ve ABD arasında da ciddi bir savaş olasılığı bir anda yükseliverdi. Hatta İran bir sivil yolcu uçağını vurdu. Her savaşta olduğu gibi, olan yine masum sivillere oldu. Yanlışlıkla bir sivil yolcu uçağını vurmak her halde kolay kolay affedilemeyecek bir yanlıştır. Öyle ki mazeret kabul edilemez. Hele hele bir ülkenin semalarında uçan bir yolcu uçağını hedef sanarak vurması... Bir pilot olsam İran hava sahasını kullanmayı asla ama asla kabul etmezdim herhalde.
2020 bize rahat bir nefes aldırmayacak gibi. Birden umulmadık bir anda deprem gerçeği bir daha acı bir şekilde yüzümüze tokatını patlattı. Evet, 2020 yılına tazelenen deprem korkumuzla başladık denilebilir. Ne başlangıç ama. Diğer yandan Avustralya cayır cayır yandı. Öyle böyle bir yangın değil. Aşırı su tükettiği için binlerce deveyi telef ettiler. Tam bir vahşet. Aynı zamanda doğanın karşısında insanın acizliğini de görmüş olduk. Evet, yıl olmuş 2020, bir taraftan Mars'a yerleşmeyi düşünüyor insanoğlu, diğer yandan koca bir kıta cayır cayır yanıyor ama, yangını söndüremiyor bile.
Daha kötü ne olabilir derken bir virüs salgını Çin'de patlak verdi. Kaçınılmaz olarak ülkemize de sıçradı. İnsanları öyle bir korku sardı ki bu salgın pek çok sektörde çok sayıda firmanın iflas etmesine, pek çok kişinin işsiz kalmasına ve küresel bir büyük ekonomik buhran yaşanmasına yol açacak gibi duruyor. Evet, Mars'a yerleşme hayali kuran insanoğlu daha virüslerle başa çıkamıyor. Pek çok gelişmiş ülkenin sağlık sisteminin çok da güçlü olmadığı görüldü. Bizde salgın daha yeni başladı, ümidimiz çok yayılmadan kontrol altına alınması.
Artık daha kötü ne olabilir diye kendi kendimize sormaktan korkar olduk. Öyle lanet bir başlangıç yaptık ki bu yıla devamından korkar olduk. Acaba bu yılın sonunu görebilecek miyiz? Endişeliyiz.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
İnsanların uzun yaşamak istemesini anlamak zor değil. Ancak asıl önemli olan kaliteli yaşamak olmalı. Uzun ama kalitesiz bir hayat yaşamak yerine kısa ancak kaliteli bir hayat daha tercih edilir olmalı kanaatindeyim. Önemli olan bu dünyada ne kadar çok kaldığınız mı yoksa yaşadığınız hayattan ne kadar keyif aldığınız mı? İşte bu nokta biraz çetrefilli.
Uzun bir süredir gündemi meşgul eden, insanları paniğe sevk eden Corona virüsü ölüm gerçeğini bir kez daha insanlara hatırlattı. Öyle ki tüm dünyada insanlar hastalanıp ölme korkusu ile pek çoğu saçma sapan ve faydasız şeyler yapıyor. Oysa istatistiklere bakıldığında Corona virüsü pek çok diğer hastalıktan daha ölümcül değil. Ancak bir şekilde ölüm hastalık ve ölüm korkusu medya aracılığı ile insanlara pompalandı ve bir panik ortamı oluştu. Bu öyle bir hal aldı ki tüm dünya ekonomisini uzun sürecek bir resesyona sürükleyecek gibi görünüyor. Öyle ki 1929-1930'lu yıllarda ABD'de görülen büyük buhranın bir benzerini küresel düzeyde yaşayabiliriz. Tek nedeni ise ölüm korkusu.
Öncelikle söz konusu virüs ciddiye alınması gereken bir risk. Özellikle yaşlılar ve bağışıklık sistemi zayıf olan kişiler için son derecede tehlikeli. Ancak genel olarak ölüm oranı olarak %3'ler seviyesi veriliyor. Bu oran küçümsenmeyecek bir oran. Eğer ülkemizde herkesin enfekte olduğunu düşünürsek ve ülke nüfusunun 83 milyon olduğunu kabul edersek yaklaşık 2,5 milyon kişinin hastalık nedeniyle yaşamını kaybedeceği istatistiki verilerden çıkarılabilir. Kimse böyle bir tablonun oluşmasını elbette istemez.

Ancak olaya farklı pencerelerden bakmak da mümkün. Ciddi bir hastalığınız olduğunu ve doktorların size ameliyat seçeneği sunduğunu düşünün. Ve bu ameliyat başarılı geçse dahi iyileşme olasılığınızın %3 olduğunu söylediklerini kabul edin. Kim böyle düşük bir olasılığa umut bağlayıp ameliyat masasına yatar. Ancak hastalığı ölümcül olan ve başka alternatifi kalmayanlar değil mi. İyileşme olasılığımızı dikkate alıp ameliyat olmayacağımız seviyede bir ölüm olasılığı ise hayatımızı durdurabiliyor lakin.
Ayrıca obezite, sigara tüketimine bağlı hastalıklar, kalp krizi, kanser gibi pek çok hastalık her gün Corona virüsünden çok daha fazla sayıda insanın yaşamını kaybetmesine neden oluyor. Bununla birlikte insanlar sağlıksız beslenmeye, sigara içmeye (ben dahil), spor yapmamaya devam ediyor. Aşırı kilo, sigara, bol şekerli asitli içecekler, egzersiz içermeyen monoton yaşam tarzı ve stres sağlığımızı Corona virüsünden daha mı az tehdit ediyor? İnsanların ölüm nedenlerine bakıldığında durum hiç de öyle görünmüyor.
Bu Corona virüsünü dikkate almayın demek değil. Sağlıklı beslenin, hijyen kurallarına riayet edin, egzersiz yapın, bağışıklık sisteminizi güçlendirin ve stresten uzak durun. Böylece eğer hastalığa yakalansanız dahi iyileşen %97'nin içinde olma olasılığınız kuvvetle muhtemel olacaktır. Yani eğer yaşınız çok ileri değilse ve bağışıklık sisteminiz yeterince güçlüyse yaşamınızı zehir etmenin anlamı var mı?
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Boşluk
27 Feb 2020 11:35 AM (5 years ago)
Nasıl tarif edersiniz boşluğu? Uzayda içi boş bir hacim mi dersiniz? Güzel bir açıklama. Üstelik son derecede esnek. Uzayı alın değiştirin. A uzayında B uzayında deyin. Her uzaya uyarlayabilirsiniz. Boşluk neredeyse oranın uzayı oluversin. Ne kadar kolay değil mi? Zaten böyle kolayına gidince bazen, basitleştirince bir şeyleri, kavraması daha kolay oluyor her şeyi. İlla ki girift denklemlerinde boğulmak zorunda değiliz ki problemlerin.
Yani demem o ki; boşluk var boşluk var. İstemediğin kadar. İster fiziksel bir denklemde çıksın karşına, ister sahip olduğun zamanda, ister yüreğinin tam ortasında... İster dilinde...
Tadı nasıldır boşluğun? Metaliktir bence. Soğuk, sert ve tatsız. Ya görüntüsü. Boşluğun görüntüsü var mıdır ki? Boşluğun görüntüsü yoktur aslında. Onu gösteren sınırlarındaki dolu alanların varlığıdır sadece. Boşluk boşluktur. Dolmamış, doldurulamamış, eksik kalmış, yarım kalmış... Metal tadında, demir tadında, çelik tadında... Soğuk...
Boşlukları doldurmak mümkün müdür?
Hangi boşluktan söz ediyoruz burada? Önce onu bilmek gerek. Bilmek için tanımlamak, ne olduğunu anlamak gerek. Boşluk anlaşılır mı? Anlaşılamazdır boşluk. Sadece hissedilebilen bir şeydir o. Hissedilir ama anlaşılamaz. Tanımlanabilir ama. Boşluk dersin, şurada dersin, tam da şurada... Ama anlayamazsın. Boşluk anlamsızlıktır çünkü.
Peki ne yapacağız boşluklarla?
İşte asıl soru da bu. Ne yapacağız bu boşluklarımızla. Dolduramadığımız boşluklarla. Üstelik her geçen gün artan ve büyüyen boşluklarla. Biz bir gün düşüp içine kaybolana kadar bir cevap bulabilecek miyiz? Yoksa hiçliğin içine varlığımızı gömecek miyiz? İşte asıl soru bu? Cevaplanması gereken bir soru. Ancak cevaplaması bir o kadar zor olan bir soru.
Boşlukları doldurmak mümkün müdür?
Belki? Ama onlar kendiliğinden dolma eğilimindedir bana göre. Gözlemlerim bunu gösteriyor. Ya da dolmama. Biz doldurursak hata yapıyoruz hep. Su şişesine sirke doldurmak gibi. Evet boşluk doluyor belki ama yanlış olanla doluyor. Doğrusu olsa zaten kendi gelir bulur dolduracağı yeri. Boşuna dememişler, "Su akar yolunu bulur" diye. Ama su gerçekten akıp yolunu bulacak mı? Bekleyecek miyiz? Bekleyen pek az. Ne yazık ki hep yanlışlarla dolduruyor insanlar boşluklarını. Netice kaçınılmaz hüsran genelde. Hüsran olmasa bile bir yanı boş kalıyor yine de boşluğun. Bir tarafı eksik. Yırtık çorapla soğuk bir yere bastığınızda o yırtık yerin üşümesi gibi, ara sıra hissettirir kendini. Ara sıra derken çok iyimser olduğumu da belirteyim.
Boşluklar, boşluklar...
Boş verip geçmek gerek belki. Ama çok da boş verince boşluklarını içi kof bir ağaç gibi oluyor insan. Dıştan bakınca hayran bırakan ama içten içe çürümüş olan bir ağaç gibi.
Boş boş yazdım bu yazıyı bir boşluğuma denk geldi. Eğer siz de okuduysanız bir boşluğunuza gelip, üzülün kendinize. Bu yazıyı okuyacak kadar boş olduğunuza üzülün.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Yok kuş gribi yok domuz gribi yok bilmem ne gribi! Hep de grip hep de grip... Sık sık karşımıza yeni bir grip salgını çıkıyor ve hemen hepsi de bir hayvandan insana geçiyor. "Acaba bunun nedeni ne olsa ki?" diye hiç düşündünüz mü? Gelin çoğu saçma sapan komplo teorilerini bir yana bırakalım ve lise biyolojisinin bile konuyu temel düzeyde kavramak için yeterli olduğu virüslerin dünyasına şöyle bir dalalım.

Öncelikle insanlarda hastalık yapan beş temel canlı türü vardır. Amip gibi tek hücreli canlılar, mantarlar, bakteriler, bağırsak kurdu ve tenya gibi parazitler ile virüsler. Bunların arasında virüslerin canlılığı biraz tartışmalıdır. Virüslerin dışındakiler normal hayat döngülerinin en azından bir bölümünü insan vücudunda sürdürmeye kalkarsa hastalığa yol açarlar. Örneğin enfeksiyona yol açan bakteriler tıpkı bağırsaklarımızdaki milyarlarca simbiyotik bakteri gibi canlılığını sürdürmek ve çoğalmak ister ancak onların eylemleri metabolizmamızı olumsuz etkiler ve hastalığa neden olur. Bağırsaklarımızdaki bakteriler ise hem sindirimimize yardım eder hem de bizim sentezleyemediğimiz bazı maddeleri bize sağlarlar. Haliyle karşılıklı kazan-kazan ilişkisi vardır. Ancak virüslerde durum biraz daha değişiktir.
Virüsler çok çok küçüktür. O kadar küçüktürler ki mikroskop altında dahi görülmesi zordur. Yapı ve şekil olarak farklılıklar gösterseler de temelde bir DNA veya RNA ile bunu çevreleyen bir kılıftan oluşurlar. Kılıfın üzerinde çeşitli girinti ve çıkıntılar ya da uzantılar bulunabilir. Virüs bir canlı hücre ile temas ettiğinde eğer kılıfındaki proteinler ile hücre zarı birbirine uyuyorsa adeta bir anahtarın kilide uyması gibi hücre zarına tutunur, hücre zarında bir delik açarak genetik kodunu hücrenin içine gönderirler. Virüse ait genetik kod hücre içine girdiğinde hücrenin tüm kaynaklarını adeta sömürerek kendi çoğaltır. En sonunda hücre dayanamayarak parçalanır ve ortaya yüzlerce kopyalanmış virüs yeni kurban hücreleri enfekte etmek için yayılır.
Virüs ve hücre zarı arasında uyum yoksa virüs o hücreye bağlanıp genetik kodunu hücrenin içine aktarmaz. Yani hücreyi enfekte edemez. Haliyle her virüsün enfekte edebileceği hücreler belirlidir. Hatta virüsler aynı canlıdaki farklı dokuları enfekte edebilirler. Örneğin grip virüsleri sinir hücrelerini veya karaciğeri enfekte etmeyebilir. Bu durum insanlarda çok hafif atlatılan bazı hastalıklara yol açan virüslerin diğer başka canlılarda son derecede ölümcül olabilmesini de sağlar. Örneğin insanda hafif bir hastalığa yol açan bir grip virüsü farelerde çok daha hayati organ ve dokuları tahrip ederek ölümcül olabilir. Bunun temel nedeni anahtar-kilit uyumudur.
Virüslerin genetik kodunu hücre içine aktardıktan sonra kendini çoğalttığını söyledik. Bu çoğaltma sırasında zaman zaman küçük hatalar meydana gelir. Bu hatalar aslında mutasyondur. Mutasyon sonucu genetik kodu ilk virüsten farklı bir virüs ortaya çıkar. Genetik kodun farklılığı bu virüsün kılıfının da farklı özellikte olmasına yol açar. Yani anahtar değişir. Anahtar değişince artık farklı kilitlerle uyumlu hale gelebilir.
Eğer kuşlarda veya herhangi bir başka canlıda hastalık yapan ancak insana ait hücreleri enfekte edemeyen bir virüs uğrayacağı bir mutasyon sonucu insan hücrelerine uyumlu hale gelirse artık insanlarda da hastalığa yol açabilir hale gelir. Kuş gribi ve domuz gribinin insana geçişi böyle olmuştur. Mutasyon sonucu bu canlıları enfekte eden bir virüs insanları da enfekte edebilir hale gelmiştir.
Virüslerden kurtulmak kolay değil. Görece sıklıkla mutasyon yaşadıklarından değişip durduklarından kalıcı önlem almak da mümkün değil. Örneğin bağışıklık sisteminizin tanıdığı ve artık sizi hasta edemeyecek olan bir grip virüsü geçireceği bir mutasyonla başkalaşarak artık bağışıklık sisteminizin tanımadığı bir virüse dönüşerek sizi tekrar hasta edebilir. Grip aşılarının her yıl yenilenmesi bu nedenledir. Bir önceki yıl tespit edilen ve aşısı üretilen tüm grip virüsleri için aşı üretilir ve virüsler her yıl değiştiğinden bu aşınını da her yıl güncellenmesi gerekir. Aynı nedenle grip aşılarının koruyuculuğunun %100 olamamasının nedeni de bu mutasyonlardır. Aşının içinde yer alan bir virüs sizi hasta etmeyebilir ancak hasta ettiği bir arkadaşınızda mutasyona uğrar ve size ulaşırsa aşınız bu yeni mutasyona uğramış virüse bağışıklık sisteminizi hazırlamadığından sizi hasta edebilir.
Kısacası virüsler doğanın bir parçası ve sıklıkla mutasyona uğruyorlar. Her mutasyon neticesinde ortaya önceden özellikleri kestirilemeyen virüsler çıkıyor. Normalde insanlarda hastalığa yol açamayan fakat farklı canlılarda hastalık yapabilen virüsler mutasyonla insanları hasta edebilir hale dönüşebiliyor. Bu nedenle ister kuş olsun ister domuz ya da herhangi bir başka canlı için hastalık yapan virüs insana geçebiliyor. Bu da gelecekte daha çok defa hayvanlardan insanlara geçen virüslerin yol açtığı salgınlarla karşı karşıya kalacağımızı öngörebiliriz. Ne kadar tehlikeli olacakları konusunda ise kimse böyle bir salgın başlamadan kimse bir şey söyleyemez.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...

Dünya nüfusu 7 milyarı aştı ve 8 milyara doğru gidiyor. 2050 yılında 9.7 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunun içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda 11 milyara ulaşması bekleniyor. Tabi ki bu beklentinin içinde olası salgın hastalıklar ve savaşlar ne kadar hesaba katıldı bilemiyoruz. Ayrıca dünyadaki pek çok ülkede nüfus artışı durmuş ve hatta bazı ülkelerde nüfus azalmaya başlamış durumda. Buna en dramatik örnek olarak Japonya verilebilir.
Nüfus artışı ülkeler için önemli. Nüfus ülkelerin gücünün ölçümünde dahi kullanılıyor. Demografik güç doğrudan nüfusa bağlı bir unsur olarak ülkelerin gücünün kıyaslanmasında kullanılıyor. Sonuçta nüfusu kalabalık bir ülke çok sayıda savaşabilecek askere de sahip oluyor. Ancak bu yazıda askeri konulara değinmeyeceğim.
Ekonomi açısından da nüfus önemlidir. İstisnasız her insan ya hem üretici hem tüketici ya da sadece tüketici olarak ekonomik sistemde yerini alır. Sadece tüketiciler grubuna herhangi bir alanda üretim yapamayacak kadar sağlık sorunları olan hastaları, küçük çocukları ve emekli maaşı ile geçinen yaşlıları koyabiliriz. Geri kalan nüfus mutlaka bir şeyler üretiyor ve tüketiyordur. Burada üretim tarladaki bir üründen fabrikadan çıkan bir mala veya kuaförün kestiği saça kadar her türlü mal ve hizmeti kapsarken, tüketim ise bu mal ve hizmetlerin bedel karşılığı kullanılmasıdır.
Ekonomilerde üretim tüketim tarafından tetiklenir. Ne kadar çok tüketim olursa, yani talep fazla ise üretim yapanlar o kadar çok üretmek isteyecektir. Nüfusun çokluğu da mal ve hizmetlere olan talebin artması demektir. Yani müşteri sayısı artıyor, pazar büyüyordur. Basit bir örnekle nüfusu 100 bin olan bir ülkede pantolon üreten bir işletme yılda 10 bin pantolon satabiliyorsa aynı işletme nüfus 1 milyon olması halinde 100 bin pantolon satabilecek denilebilir. Elbette buradaki düz mantık genellikle gerçek hayatta bire bir örtüşmese de ekonominin mantığını kavramak için kullanılır ve iktisatta ceteris paribus (diğer değişkenler sabitken) olarak bilinir.
Daha fazla insan daha fazla müşteri, daha büyük pazar ve daha çok gelir anlamına geldiğinden büyük işletmeler için nüfus artışı kar potansiyellerinin de artışı anlamına gelir. Elbette ki piyasadaki işletme sayısı da artacağından rekabet ortamı zorlaşacaktır ancak pasta büyümektedir ve pastadan alınan pay oran olarak sabit kalsa bile pasta büyüdükçe reel anlamda büyüme yaşanacaktır. Bu nedenle iş dünyası nüfusun büyümesini ister.
Sosyal güvenlik sistemleri nüfus artış hızı düşük ülkelerde zarar eder. Bunun nedeni de emekli maaşı ödenmesi gereken kişi sayısının çalışıp prim ödeyen kişi sayısından çok çok fazla hale gelmesidir. Nüfus artarsa iş hayatına atılıp çalışacak ve prim ödeyecek kişi sayısı da artacağından sosyal güvenlik sistemlerinin açığı azalır. Hatta tamamen kapanması dahi olasıdır. Nüfusu azalan ülkelerde sosyal güvenlik sisteminin açığı kamu maliyesinin üzerine çok büyük bir yük olarak biner. Çaresi ise nüfus artışıdır. Almanya gibi ülkelerin dışarıdan işçi almasının nedenlerinden biri de bu açığı kapatmaktır.
Nüfus azalan ülkelerde işletmeler personel bulmakta da zorlanacaktır. Emekli olan ya da bir nedenle işten çıkan bir kişinin yerine yeni personel bulmak nüfus azlığı nedeniyle zorlaşacaktır. Çünkü emek piyasası küçülecek, emek arzı daralacaktır. Bunun çaresi Almanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi işsizliğin çok olduğu ülkelerden emek ithal ederek çözülebilir. Ancak bu da sosyal sorunlara yol açmaktadır. Hatta ülkelerin demografik yapısına zarar vermektedir. Almanya'da almandan çok göçmen olduğu bir gelecek olasıdır. Peki göçmenler kendi kültürel özelliklerini terk edip almanlaşacak mıdır yoksa nüfusu azalan almanlar kendi öz yurtlarında bir azınlık haline gelecek ve ülkelerinin kültürel ve sosyolojik dokusu göçmenler tarafından belirlenir bir hale mi gelecektir? Bu gelişmiş ve nüfusu artmayan hatta azalan ülkelerin önündeki en çetin sorulardan biridir.
Dünya nüfusunun artışı ülkeler tarafından askeri amaçlarla istenir, iş dünyası tarafından istenir, sosyal güvenlik kurumları tarafından istenir peki dünyamızın bir limiti yok mudur?
Asıl problem burada başlıyor. Dünya'da çok geniş alanlara yayılan devasa şehirlerde iç içe yaşayan insanlar trafik, stres, strese bağlı psikolojik bozukluklar gibi pek çok problemle başa çıkmak zorunda kalmaktadır. Aynı zamanda artan nüfusun beslenmesi gereklidir. Ancak şehirleşmeye açılan tarım alanları, sanayi atıkları ile kirletilen toprak ve sular, yok olan canlı türleri, kesilen yağmur ormanları dünyanın dengesinin iyice bozulmasına yol açmakta, bir yandan da insan sağlığını ve yaşamını tehdit eder hale gelmektedir.
Dünya'daki tarım alanları dünya nüfusunu doyurmak için yetersiz hale geldiğinde çözüm olarak fabrikalarda üretilen sentetik gıdalar tüketilmek zorunda kalınabilir. Matrix filminde örneğini gördüğümüz gibi, vücut için gerekli gıdaları içeren tamamen sentetik gıdalar tüketiyor olabiliriz. Hoş bir düşünce değil ancak şu anda bile tükettiğimiz gıdaların büyük bir bölümü hormonlu, GDO'lu... Bu şekilde üretilen tarım ürünlerinin insan sağlığına zararının olmadığını kabul etsek bile, dilimiz, damağımız bize bunların lezzet yoksunu olduğunu açıkça söylüyor. Sadece bitkisel ürünler de değil, meralarda otlayarak beslenen bir hayvanın etinin lezzetini mandırada neredeyse hiç gün ışığı görmeden hazır yemlerle beslenmiş bir hayvanın etinde bulamazsınız.
Damak tadı sonradan geliştiğinden gelecek nesiller doğal meyve ve sebzelerin ve doğal ortamda yetişmiş hayvanların etinin, sütünün, yumurtasının tadını bilmeyecek ve hormonlu, GDO'lu üretilmiş gıdalara alışacaktır. Onlar için bu konuda üzülsek de asıl sorun gıdanın yeterli olup olmayacağıdır. Tarım alanları yetersiz kalmaya başladığında ve fabrikasyon gıdalar piyasaya sürüldüğünde gıda fiyatları da ciddi oranda artacaktır. Özellikle de fakirler üzerinde ciddi yıkıcı etki gösterebilecek olan böyle bir senaryoda çok ciddi toplumsal krizler yaşanabilir. Çünkü insan beyninin bir kısmı hayatta kalma ve üreme gibi karşı konulması güç ve ilkel dürtülerin üretildiği ancak sosyal öğrenmeyle baskılanmış haldedir. Açlık ise hayatta kalma güdüsünü tetikleyerek insanları saldırgan canlılara dönüştürebilir.
Ayrıca dar alanlara sıkışan, gün ışığı görmeden çok uzun süreler kapalı alanlarda çalışılan hayatlar insan psikolojisini bozarak depresyona yol açmaktadır. Haliyle daha kalabalık bir dünya daha sorunlu toplumlar demek olacaktır. O halde nüfus artışına insanlar bir çözüm bulmak durumundadır. Ancak nüfusun artmamasının ve hatta azalmasının yaratacağı sorunlara da bir çözüm bulmak gerekecektir. Gelişen teknoloji ile pek çok işin robotlara devredilmesi böyle bir dünyayı mümkün kılabilir. Pek çok can sıkıcı işi robotlar yapabilir. Ancak bu durumda robotlar tarafında işleri elinden alınan insanlar hayatlarını nasıl idame ettirecekler. Yıllarca bir işi yapmış, o alanda uzmanlaşmış bir kişinin bir anda işini kaybettiğini düşünün. Böyle birinin daha önce hiç çalışmadığı bir alanda iş bulabilmesi ne kadar mümkün olacaktır? Küçük bir azınlık dışında geneli büyük bir travma yaşayacaktır.
İnsanlığın önünde çok büyük sorunlar var ve bu sorunların en büyüklerinden biri de nüfus artışı. Dünyamızın kaldırabileceği bir limit var. Ve belki de biz o limiti çoktan aştık ya da aşmak üzereyiz.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Yaklaşık on yıldır televizyonu hayatından çıkarmış, evdeki televizyonu TV yayınlarını izlemek dışında genellikle film izlemek ve zaman zaman da monitör olarak kullanan biri olsam da, eskiden de olduğu gibi TV programlarına çıkan bir takım doktorların birbirleri ile çelişiyor gibi görünen açıklamalarda bulunduklarını zaman zaman internet üzerinde yapılan paylaşımlarda görmekteyim. Bu durum tıp eğitimi almamış bizlerin kafasını karıştırmaktan öteye gidemiyor. Hangisine inanacağımızı bilemiyoruz.
 |
Açıklamalarıyla olay yaratabilen Dr. Mehmet ÖZ |
Öncelikle bilim dalları, tıp ve mühendislik gibi alanlarda eğitim almış, bu alanlarda çalışan insanların diğerlerine göre kendi alanlarda teknik üstünlüğü vardır. Onlar sizin zaman zaman yorum dahi yapamayacağınız şeyler söylerler ve ne derlerse doğru kabul etmek zorunda kalırsınız. Doktorlar diğer insanların en sık karşılaştığı teknik üstünlük sahibi kişilerdir. Hasta olup doktora gittiğinizde hekimin verdiği reçeteye müdahale edemezsiniz. O ilacı istemem diyemezsiniz. Yapabileceğiniz en çok varsa bildiğiniz alerjiniz olan ya da sizde yan etki gösteren ilaçları doktora söylemek olur. Belki de iğneden çok korkuyorsunuzdur ve doktora mümkünse iğne yazmamasını rica edersiniz. Ancak doktor ısrar ederse korkunuza rağmen uyarsınız. Çünkü doktor teknik üstünlüğe sahiptir. Eğer doktorun yeterliliğinden şüphe ederseniz belki bir başka hekime daha görünmek istersiniz. Ancak sonuç değişmez. Doktor ne derse o!
Bu durumun istisnası olan hastalar ancak kendi de doktor olan hastalar ile doktorun söylediklerini anlayıp yorum yapacak kadar konuya hakim, tıp ile yakın alanlarda uzman kişiler olabilir. Örneğin bir farmakolog hasta olduğunda doktorla hasta olan bir esnafla aynı şekilde konuşmayabilir. Daha farklı sorular sorabilir, doktorun ne dediğini daha iyi anlayabilir.
Kimse hasta olmak istemez. Daha sağlıklı olmak için doktorların çeşitli alanlarda yaptıkları açıklamaların özellikle de yakınlarında hastalıklarla mücadele eden insanlar bulunan kişilerin ilgisini çekiyordur. Ancak doktorun biri başka diğeri başka bir şey söylediğinde kafa karışıklığının yaşanması kaçınılmaz. Aynı anda birkaç doktora muayene olmak ve her birinden ayrı şeyler duymak gibi bir durum. Tamam tıp eğitimi almamış kişiler olarak doktorların dilinden her zaman anlamayabiliriz ama birbirleri ile çelişen açıklamalar yaptıklarını anlamak için de tıp okumaya gerek yok.
Ekranlara çıkan doktorlar arasında açıklamalarıyla gündem oluşturan en popüler sanırım Canan KARATAY'dır. Canan KARATAY'ın geçmişine bakıldığında aldığı eğitim ve yaptıkları söylediklerinin yabana atılmaması gerektiği anlaşılır. Üstelik söylediklerini desteklemek için yapılan araştırmalar ve yapılan yayınlara atıflar da yapan Canan KARATAY meslektaşları ile neden bu kadar ters düşebiliyor?
Bir diğer önemli isim de genç sayılabilecek yaşta büyük başarılara imza atmış ve çok sayıda çalışması yayımlanmış Oytun ERBAŞ'tır. Oytun ERBAŞ'ın bazı açıklamaları Canan KARATAY ile son derecede ters düşer. Özellikle de karbonhidrat ve yağ tüketimi konusunda ayrışıyor gibi görünürlar. Peki biz neye nasıl karar vereceğiz?
Öncelikle her ikisinin de boş konuşmadığını kabul etmek gerekir. Canan KARATAY doğal beslenme düzenimizin işlenmiş gıdalar nedeniyle bozulmasından ve bunun sağlığımıza olan etkilerine odaklanmıştır. Oytun ERBAŞ ise beslenme konusunda her ne kadar Canan KARATAY'la ters düşen şeyler söylese de, meselenin temelinde ölçü algısı yatar. Canan KARATAY şeker yemeyin derken, sağlıklı ve doğal beslenen birinin menüsünde zaten doğal olarak ihtiyaç duyduğu şeker bulunacağından, işlenmiş şekere karşıdır. Günümüzde obezite sorunu ile karşı karşıya bulunan ABD'de tadı insana güzel gelsin diye içine şeker katılmamış hemen hiçbir yiyecek yoktur.
Oytun ERBAŞ'a günde ne kadar şeker ya da kalori almamız gerek diye sorarsanız size belirli bir limit verecektir. En azından belirli bir aralık. Bir programında insanlar için kilonuz 100'ü geçmesin demiştir. "Baklava olmadan yaşanır mı ya!" diyen Oytun ERBAŞ, sürekli baklava gibi şekerli şerbetli şeylerin tüketilmesine de karşıdır. Çünkü aksi halde insanların kilosunu 100'ün altında tutması pek mümkün olmaz.
Aslında televizyonlara çıkan doktorların hemen hepsi doğruları söyler. Sadece ifade biçimleri konuya hakim olmayanların ve doktorların söylediklerini sağlıklı değerlendiremeyecek kişilerin kafasını karıştırır. Şeker en doğal meyveden sebzeden tutun da et ve süt ürünlerine kadar her şeyde vardır. Şeker yemeyin diyen bir doktor çay şekerini ve şekerlemeleri ve tatlılar gibi şeker kaynaklarını kast ediyordur. Baklavasız hayat mı olur diyen Oytun ERBAŞ gibi doktorlar ise arada kaçamak yapmanın sorun çıkarmayacağını ifade ediyordur. Yani arada bir iki küçük kaçamak yaparsanız çok sorun olmaz ama biri ki dilim baklava ile yetinmez de tepsiyi bitirmeye kalkarsanız komaya girme riski ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Kaldı ki Canan KARATAY pek çok şeyi sert ifadelerle yemeyin derken, bir programda biz ne desek diyelim zaten arada yiyecekler, ama ne kadar kesin konuşursak arada daha az yerler anlamında ifadeler kullanarak konuşmasındaki sertliğin ve kesinliğin amacını ortaya koymuştur. Kaçamak zaten yapacaklar, sert konuşayım da kaçamağın ölçüsünü kaçırmasınlar düşüncesinde olduğu söylenebilir.
Televizyonlara çıkan doktorların sözüne itibar etmeden önce ismini internette kontrol edip geçmişine bir göz atmak gerekir. Ülkemizde herhangi bir alanda sözüne itibar edilecek bir geçmişi bulunmayan kişilerin uzman vs ünvanlarla yayınlara çıkarıldığı da bilinen bir gerçek. Bunların arasında doktor var mıdır bilemiyorum ancak ünvanı ne olursa olsun herkesin geçmişini bir incelemek, geçmişte aldığı eğitimler, gösterdiği başarılar doğrultusunda söylediklerine itibar edip etmemeye karar vermek gerekir.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Bir zamanlar son derecede popüler olan 3D televizyonlar bir anda piyasadan çekildi. Artık 4K, HDR destekli akıllı TV'ler popülerken 3D özellikli güncel TV bulmak pek de mümkün değil. Peki bunun nedeni ne olabilir?
Evde oturduğumuz yerden 3D film izlemek, aksiyon sahnelerinin adeta içindeymişiz gibi hissetmek kulağa hoş geliyor. Ancak bunun için gözlük kullanmak biraz sıkıntı verici bir durum olabiliyor. Özellikle de aktif gözlükler ağır ve konforsuz. Üstelik tam filmi açtığınızda bir de bakıyorsunuz pili ya da şarjı bitmiş. Ya pil değiştireceksiniz ya da şarj olmasını bekleyeceksiniz. Kulağa hiç de pratik gelmiyor.
Ayrıca 3D gözlük kullanmak benim gibi hali hazırda gözlük kullananlar için büyük problem. Gözlüğün üzerine gözlük takmak zorunda kalıyorsunuz. Kesinlikle hoş bir deneyim değil.
Evimde bulunan 3D televizyonda en son ne zaman 3D film izlediğimiz hatırlamıyorum bile. 3D filmler hem az hem de pek çoğunda 3D efektler o kadar da etkileyici değil. Tabi üzerinde özel çalışılmış efektlere bakarsanız muhteşem olabiliyor. Ama filmlerde 3D izleyenler için efektlerin üzerinde fazladan çalışmayı pek istemiyorlar anlaşılan. Büyük ihtimalle maliyeti artıran bir yöntem.
3D gözlüklerin aktif olanları pahalı, ağır, konforsuz ve pil değişimi ya da şarj edilmesi gerekiyor. Pasif 3D gözlükler ucuz, hafif, ancak çözünürlüğü düşürüyor. Ayrıca hem aktif hem de pasif gözlükler pek çok kişide baş ağrısına yol açıyor. 3D filmlerde sahneler gözlükle izleyenler için özellikle üzerinde çalışılmış değil. TV'nin büyüklüğüne göre en iyi film deneyimi için belirli bir oturma pozisyonu var. Film izlemek için koltukları TV'ye göre öze ayarlamakla uğraşmak pek çok kişi için gereksiz zahmet. Ayrıca 3D ya da 2D izlenen filmlerden alınan keyif arasında çok da fark yok. Haliyle neden 3D ile uğraşayım ki? Bir kenara atıp sonra da şu anda benim hatırlamadığım gibi 3D gözlüklerin nerede olduğunu bile hatırlamayacaksanız neden 3D TV alıp fazladan para ödeyesiniz?
İşte TV üreticileri de bunu gördü. Teknoloji meraklıları 3D televizyonları aldılar ve denediler. Ama kısa sürede gözlükleri kaldırıp bir kenara attılar. TV'lerini yenilemeleri gerektiğinde artık 3D özelliği onları için karar almalarında hiçbir öneme sahip değildi. O halde neden belki çok az bir azınlık dışında kimsenin ilgilenmediği bir özelliği TV'ye koyup üreticiler maliyetlerini ve dolayısıyla fiyatları artırsınlar. Üstelik rakipleri daha yüksek çözünürlük, daha gerçekçi renkler gibi 2D TV izlemekten son derecede mutlu insanları daha da mutlu eden çözümlerle ürünlerini piyasaya sürme yarışındayken. Yanlış bir teknolojiye yatırım yapma büyük ekonomik zarar demek olmaz mı? Bu riske hiçbir üretici girmedi. Denediler ve vazgeçtiler.
3D TV teknolojisi aslında güzel bir teknoloji ama her yıl en azından 3D TV'de izlemenize değecek, 3D izleyecekler için özel çalışılmış efektlerle dolu çok sayıda filmin çekilmesi gerek. Sonra da film severler bunları evlerinde efektlerin tadını çıkara çıkara 3D izleyebilirler. Tabi böyle olmadı.
Çok umut vadeden 3D teknolojisi TV dünyasından silindi gitti. Belki daha da gelişmiş bir şekilde ileride gözlüksüz 3D TV'ler ile hayatımıza girebilir. O zamana kadar TV'ler 2D kalacak gibi görünüyor.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
İnanışa göre Şeytan insanları Tanrı'nın ilahi yolundan saptıran ve onların günah işleyerek ahirette cehenneme gitmeleri için çabalayan ateşten yaratılmış bir varlık. Sinsi, kötü, tek amacı bize kötülük yaptırmaya çalışan ve bunu başarmak için türlü hilelere başvuran bir asi. Aynı zamanda kendini yaratana karşı gelecek kadar küstah, belki de budalanın teki.
İster inançlı olsun ister olmasın Şeytanın ne olduğunu herkes bilir. Ancak onun olmadığı bir dünyayı hayal edebilir miyiz? Hadi bir an için var olmadığını kabul edelim.
Eğer dinler doğruysa Şeytanın yokluğunda tüm insanların iyi olması gerekir. Asla ve kat'a kötülük yapmayan, sürekli başkalarına güleryüz gösteren, başkalarının yardımına koşan, paylaşımcı, bencillik nedir bilmeyen, adil, iyilik abidesi varlıklara dönüşmemiz gerekir. Çünkü bizi kötü yola saptıran varlık artık yoktur. Tıpkı enfeksiyona yol açan mikropların bir ilaçla yok edilmesiyle iyileşen bir hastalık gibi, hayatımızdan çıkarılan Şeytan da kötülük hastalığını tüm insanlıktan söküp atmalıdır. Bu mümkün müdür?
Tekrar inanışa dönelim. İnanışa göre Şeytanın asıl amacının insanları dinden çıkarmak olduğu açıktır. Mümkünse insanları atesit yapmaya çalışacaktır. Dini sorgulatacak, ibadetleri yaptırmayacaktır. Dinen yasaklanmış olan ne varsa yaptıracaktır. Bu durumda inançsızlarla işinin olmaması gerekir. Ya da yanlış bir inanışa sahip olanlarla. Mesela Japonya, Çin, Hindistan gibi İslam dışı inanışların yaşandığı yerlerde insanların melek gibi olması gerekir. Japon mafyası Yakuzaların işledikleri suçların temelinde Şeytanı aramak bu mantıkla mümkün değildir. Büyük Okyanusta bir ada olan Erromango yerlilerinin insan eti yemelerinin de temelinde Şeytanı aramak mantık dışı olacaktır. Çünkü bu insanlar bırakın islamı, semavi hiçbir dinle henüz tanışmış değildirler. İnsan eti de yediklerine göre... (İlgili haber:
Dedenizi yedik özür dileriz)
İnsan yiyen yerliler, mafya sahibi Japon'lar... Bu listeyi uzatmak son derecede mümkün. Yani Şeytan sadece inanç sahiplerine değil, tüm insanlara musallat oluyor. Peki zaten inanç sahibi olmayan ya da yanlış inananlarla neden uğraşıyor. Onlarla harcayacağı emeği cenneti kazanma olasılığı bulunan inançlı toplumlara yönlendirse daha çok insanı kandıramaz mı?
Bir başka açıdan bakarsak ve bu toplumlarla Şeytan'ın ilgilenmediğini düşünürsek, o vakit kötülük için illa ki Şeytanın varlığına gerek olmadığı sonucuna ulaşılır.Yani kötülük insanın içinde olmalıdır. Ki makul bir yaklaşımdır. Aksi halde Japonya'da ve Kore'de hapishane bulunmazdı.
İster inananlar ister inançsızlar haklı olsun, doğru olan bir gerçek var ki Şeytanın varlığı en çok insanlara yarıyor. Şeytan sayesinde yaptığımız hataların suçunu üstüne atacak bir şamaroğlanımız var. Şeytana uydum diyor ve gönlümüzü rahatlatıyoruz. "Şeytana uydum, Şeytan olmasa çok iyi insanım aslında, hayatta yapmazdım öyle şeyler" diye düşünebiliyor insanlar. Şeytan gerçekten var mıdır yok mudur ayrı bir konu. Ancak insanın içinde kötülük vardır ve insanlar yaptıkları hataların suçunu üstüne atıp içlerini rahatlatmak için Şeytana ihtiyaç duyar. Yaptığımız tüm hataların ve kötülüklerin tüm sorumluluğunu omuzlarımızda, şeytan gibi bir azmettirici ile paylaşmadan taşımaktan bizleri kurtardığı için o insanlık için en büyük nimetlerden biridir.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...

-Bu yazı en hakiki mürşidi ilim olanlar içindir.
Evrimin ne olduğu bilindiğinden bu yazıda açıklamaya gerek duymuyorum. Ancak bilmeyenlerin öncelikle evrimin ne olduğu hakkında güvenilir, bilimsel kaynaklardan gerekli araştırma ve okumaları yapmalarını önerebilirim.
Hayatın tek bir temel görevi vardır, neslin devamını sağlamak. Bu görevin ifası içinse dünyaya geldikten sonra hayatta kalarak üreme eylemini gerçekleştirebilmek gerekir. O nedenle hayvanlarda iki büyük ve karşı konulması zor temel içgüdü vardır. Birincisi hayatta kalmak, ikincisi de üremek. Esas amaç üremek olsa da bu ilk saydığımız hayatta kalmanın gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.
Doğadaki her canlı bu iki amacı yerine getirebilmek için çeşitli silahlara veya hilelere sahiptir. Bu silah ve hileler bazen bir canlının feda edilmesini gerektirebilmektedir. Örneğin belirli avcılar tarafından avlanan bir canlı, o avcıların hiç sevmediği tada sahip bir madde üretebilir. Avcı bu canlıdan bir tanesini ilk defa avladığında tadını beğenmez. O avlanan canlı hayatını kaybetmiş olabilir ancak av olarak avcının bir daha kendi türünden bir başka canlıyı avlamamasını sağlar. Neslin devamında türün devamlılığı bazen soyun devamlılığına öncellenmiştir.
Biz insanlara bakıldığında vahşi hayvanlardan üstün fiziksel hiçbir özelliğimizin olmadığı görülür. Taksonomide aynı sınıfta yer aldığımız diğer memelilerin arasında bizden daha yavaş koşan kaç hayvan sayabilirsiniz? Fok balıkları, morslar, yunus ve balinalar gibi denize adapte olmuşlarla uçan yarasayı saymazsak, karada yaşayanalarda bizden daha yavaşı var mı? Tabi saydığımız suya adapte olanlar bize göre çok iyi yüzücüler, yarasa daha da gelişmiş sayılır, uçuyor. Üstelik doğal radar sahibi.
Bizi koruyacak keskin dişlerimiz, pençelerimiz yok, kamufle olamıyoruz, bizi soğuktan koruyacak kürkümüz yok, gece görüşümüz, kulaklarımız, gözlerimiz zayıf. Doğadaki pek çok hayvan bizim için hayati bir tehdit unsuru olabilir(di) eğer o bizi biz yapan o muhteşem silaha sahip olmasaydık. Yüksek öğrenme, öğrendiklerini yorumlama ve yeni nesillere aktarma yetisi. Buna ister zeka deyin ister akıl. Her iki kelime de yetersiz kalacaktır.
Evrimsel süreçte diğer pek çok canlıya göre anatomik ve fizyolojik yapımızın bize verdiği zaafiyeti beynimizi kullanarak kapatabildik ve hatta çok çok avantajlı bir hale geldik. Dünyanın hakimi olduk. Hatta tüm dünyaya hükmettik. Hatta dünya yetmedi, gözümüzü uzaya diktik.
Zaman içinde öğrendiklerimiz birikti. Her yeni bilgi yepyeni yeni bilgilere ulaşacağımız yollar çıkardı önümüze. Bilgi, öğrenme ve keşiflerin insanlık tarihi boyunca tutarlı bir grafiği yapılsa doğrusal değil üstel fonksiyon grafiğine benzer bir grafikle karşılaşılacağı kesindir. Çünkü her keşif yepyeni imkanları insanların önüne sunmuştur. Örneğin ateşin icadı hem yeme kültürünü değiştirmiş, haliyle yemekleri pişirme teknikleri ortaya çıkmış, hem toprağı pişirerek seramik eşyalar yapılmasını mümkün kılmış, hem ısınma ihtiyacını gidermiş, hem ufak ufak metalurjinin ve malzeme biliminin ilk adımlarının atılmasını sağlamıştır.
İçinde bulunduğumuz çağa göre şimdiye kadar bahsedilen konular son derecede ilkel gelebilir. Doğrudur. Ancak insanlığın temeli böyledir.
Günümüzde ise tam bir bilgi ve teknoloji çağındayız. Artan bilgi birikimi yeni gelişmelerin çok daha kısa sürede ortaya çıkmasını sağladı. Bu hızlı gelişme o noktaya geldi ki artık insan hayatındaki koşullar eskiye göre çok daha hızlı değişiyor. Örneğin bilinen ilk fotoğraf 1826 yılında çekilmiştir. İlk dijital fotoğraf makinesi için patent başvurusu 1972 yılında yapılmıştır. Tam 146 yıl sonra. Tabi bu ilk makine kimsenin yanında taşımak istemeyeceği kadar büyük ve ağır bir cihazdı. Ancak uzunca bir süredir cebimizdeki telefonlarda fotoğraf makinesi var, hatta artık pek çoğunda birden çok fotoğraf makinesi bulunuyor. Yaklaşık 150 yılda analogtan dijitale geçiş yapılırken, dijitalin cep telefonuna dahi sığacak boyuta inmesi 40 yıldan kısa sürmüş durumda. Korkunç bir gelişim ivmelenmesi değil mi?
İçinde bulunduğumuz teknoloji çağının bize sunduğu nimetler pek çok açıdan hayatımızı kolaylaştırıyor. Evimizde oturduğumuz yerden hiç kalkmadan istediğimiz yemeği sipariş edebiliyoruz. Gideceğimiz yeri bilmemize gerek yok, ya da sora sora öğrenmemize de gerek yok, harita okuyabilmemize de gerek yok, navigasyon bizi götürecektir. "Hey Siri!" ya da "Hi Google!" demeniz pek çok merak ettiğiniz bilgiyi size sunabilir. Döviz kuru, hava durumu ya da herhangi bir bilgi, sorun yeter.
Bilgiye ulaşmak bu kadar kolaylaşınca insan ve bilgi denkleminde en temel organ olan beynin yükü hafifliyor. Artık daha az bilgiyi hafızamızda tutmak zorundayız. Yakın gelecekte tam otonom otomobiller hayatımıza girdiğimizi düşünün. Aracının otonom sürüş sistemi bozulsa ve kendi kullanmak zorunda kalsa pek çok kişi sabah işe gideceği yolu bulamaz hale gelir mi sizce? Cevabınız evet, yoksa değil mi?
Anlık tercümanlık yapan cihazlar da geliştiriliyor. Siz ana dilinizde konuşuyorsunuz cihaz söylediklerinizi hemen istediğiniz dile çeviriyor. Yani artık yabancı dil öğrenmek de çok gerekli olmayabilir.
Peki beynimizi ne yapacağız o zaman? Ona yapacak pek iş bırakmıyoruz. Ve
ünlü Fransız biyolog Lamarck'ın kullanılan organların gelişip, kullanılmayan organların köreleceği tezi -ki doğruluğu gözlemle tespit edilse de yeni nesle aktarılıp aktarılamadığı net değildir- dikkate alındığında beynimize yeni uğraşlar bulmazsak eğer yavaş yavaş hayatta kalıp, neslimizi devam ettirip, dünyanın hakimi olmamızı sağlayan en güçlü silahımızın giderek köreleceği, zayıflayacağı, kapasite kaybına uğrayacağı sonucunu çıkarabiliriz.
Eğer Lamarck haklıysa teknoloji beynimizi daha az kullanmamızı sağlayarak bizi aptallaştırabilir. Böyle bir durum tersine evrim değil de nedir? Üstelik toplumlarda yüksek zeka sahibi insanların genellikle ya hiç çocuk sahibi olmadıkları ya da az sayıda çocuk sahibi oldukları görülürken ortalama zekaya sahiplerin çok çocuk sahip olmasıyla toplumların gen havuzunda yüksek zeka genlerinin frekansının giderek düştüğü yönünde görüşler uzun süredir dillendirilmektedir.
Eğer çizdiğimiz olumsuz tablo bu şekilde devam ederse çok değil birkaç nesil sonra dünyada düşük zekalı bir çoğunluk ve onları kontrol eden yüksek zekalı bir elit kesim oluşabilir. Yüksek zekalı elit kesimle düşük zekalı kesim arasındaki ilişki sahip-köle ilişkisine dönüşebilir. Geçmişte benzer bir ikilik Homo Neanderthalis ve Homo Sapiens'lerin karşılaşmasında yaşanmıştı. Neticede tam bilinemese de ya Homo Neanderthalis'ler bizler, yani Homo Sapiens'ler tarafından katledildi ya da bu iki insan türü kaynaştı. Ancak gelecekte ne toplu bir katliam ne de bir birleşme, kaynaşma olacağını beklememek gerekir. İnsan nesli alt insan ve üst insan olarak ikiye ayrılacak, alt insanlar adeta işçi arı görevini görürken üst insanlar kendi aralarında liderlik mücadeleleri vereceklerdir.
Belki de kölelik insanlık için kaçınılmazdır?
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Otomotiv sektörü tüm dünyada rekabetin en kıran kırana geçtiği sektörlerden biridir. Öyle ki küresel rekabette yer almayı hedeflemeyen, yerel oyuncular küçük hacimleriyle eninde sonunda büyük küresel oyunculara boyun eğmek zorunda kalmaktadır. İstisnalar elbette ki vardır ancak bu istisnaların da hayatını devam ettirebilmelerine neden olan istisnai şartlar bulunmaktadır. Devlet koruması ve sübvansiyonu bu istisnai durumlardan en basitidir.
Çok çetin rekabetin yaşandığı otomotiv dünyasında ilk büyük çalkalanma pek çok ailenin birden çok otomobilinin bulunduğu ve bu nedenle otomobil ve motorlu taşıtlar sektörünün çok büyük olduğu ABD'de yaşandı. Çok büyük bir pazar olan ABD'de yerli pek çok firma ya tamamen kepenk kapattı ya da bir başka firmanın çatısı altına girdi. Haliyle artık sadece özel koleksiyonlarda ve belki müzeler dışında sadece eski filmlerde görebileceğimiz pek çok marka var. 1990 sonrası bu kaderi yaşayan ABD markalarını listeleyecek olursak;
- Eagle: 1998
- Hummer: 2010
- Oldsmobile: 2004
- Plymouth: 2001
- Pontiac: 2010
- Saleen: 2009
- Stutz: 1995
Bunlar ilk akla gelenler, irili ufaklı listeye dahil etmeyi unuttuğumuz başka markalar da olabilir. Tabi özellikle de Hummer, Pontiac, Saleen ve Oldsmobile gibi bazı markaların araçlarını halen yollarda görmek de mümkün. Ancak bu çok da uzun sürmeyecektir.
Çetinleşen bu rekabette hayatta kalabilmek için otomotiv sektöründe pek çok marka işbirliğine gitmek zorunda kaldı. Artık pek çok farklı marka büyük bir ailenin üyesi olarak piyasada yer alıyor. Bu ailelerdeki araçlar aynı motorları ve temel tasarımsal altyapıları kullanıyorlar. Piyasadaki araçları arasındaki temel farklılık farklı makyajlanmış dış görünüş, iç tasarımda farklılık, malzeme kalitesi ve donanımsal özellikler olarak dikkat çekiyor. Ancak temel iskelet ortak oluyor. Böylece her araç için ayrı motor geliştirme, farklı yedek parçalar üretme gibi zahmetli ve pahalı süreçlerden ciddi tasarruf sağlanıyor. Alman Volkswagen grubu ile Fransız PSA grubu ve Amerikan GM bu ailelerin en bilinenleri.
Otomotiv sektörünün bu şekilde evrilmesi aşırı çetin rekabetin sonucuydu. Ancak bu saydığımız otomobil markalarının hepsi geleneksel içten yanmalı motorlara, yani benzinli ve dizel motorlara sahip araçlar üretmekte ustalaşmış markalar. Oysa artık piyasaya yeni bir oyuncu girmiş durumda. Üstelik motor teknolojisi tamamen farklı. Elektrikli otomobiller.
Elektrikli otomobil satılsa alır mısınız diye 1990'lı yıllarda insanlara sorulsa pek çok kişi muhtemelen almayacağını söylerdi. Çünkü benzin azalınca en yakın istasyonda benzin alabiliyorsunuz ama ya şarjınız biterse? Ancak günümüzde elektrikli otomobiller sektörde ciddi pazar payı kazanmayı başarmış durumda. 2017-2018 yılları arasında elektrikli araçların otomotiv pazarında pastadan en büyük payı aldığı ilk on ülkeye ve elektrikli araç satış oranlarındaki değişime bir bakalım:
Tablodan da görüleceği üzere elektrikli otomobillere ciddi bir ilgi var. Bu tabloda Andora'daki %623'lük artış tablonun anlaşılırlığını bozduğundan aynı istatistiği bir de tablo ile verelim.
Görüleceği üzere ciddi bir artış oranı var. Yalnızca Hollanda'da dramatik bir düşüş göze çarpıyor. Bu düşüşün de temel nedeninin vergi sistemindeki değişiklikten kaynaklandığı biliniyor.
Dünya üzerindeki diğer ülkelere de elektrikli otomobillerin hızla yayılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem kürsel ısınma nedeniyle çevre duyarlılığı ve yeşil enerji ve teknolojilere olan ilgilinin giderek artması hem de elektrikli otomobil teknolojilerinin, özellikle de hızlı şarj istasyonlarının yaygınlaşması insanları bu teknolojiye sahip araçları almaya güdülüyor.
Elektrikli araçların giderek içten yanmalı motora sahip araçların yerini alacağına artık kesin gözüyle bakabiliriz. Ancak bu süreç otomotiv sektöründeki oyuncular için oldukça sancılı geçecektir. İçten yanmalı motorlar her ne kadar çok eski bir teknolojiyi kullanıyor olsalar da yapı bakımından son derecede karmaşık olmalarından dolayı üst düzey bir mühendislik gerektirmekteydi. Ancak elektrikli otomobiller içten yanmalı motorlara kıyasla çok çok daha basit yapıya sahip elektrik motorlarını kullanıyorlar. Her ne kadar güncel içten yanmalı motor sahibi otomobillerde yüksek teknolojiler bulunuyor olsalar da elektrikli otomobiller tam anlamıyla bir otomobil-bilgisayar sentezi araçlar niteliğinde. Haliyle, içten yanmalı motorlu araçlarda mekanik mühendislik çok önemliyken elektrikli araçlarda yazılım mühendisliği çok daha büyük önem kazanmış durumda. Ve bu otomotiv sektörünün büyük oyuncularının hiç de uzmanı olduğu bir alan sayılmaz.
Mevcut piyasaya hakim otomobil markaları elektrikli otomobil teknolojisi ile sancılı bir uyum savaşı verecekler. Bu mücadeleden galip çıkanlar piyasada varlıklarını sürdürürken ayak uyduramayanlar tarihin tozlu sayfaları arasında yerlerini alacaklar. Tesla bunun en büyük örneği. Daha 2004 yılında doğan Tesla bugün ciddi bir oyuncu haline gelmiş durumda. Yenilikçi olan bu teknoloji sayesinde ülkemiz dahil pek çok ülke artık kendi otomobillerini üretebilecekleri ve piyasada var olabileceklerini düşünerek çalışmalara çoktan başladı bile. Yani yakın gelecekte yepyeni otomobil markaları doğarken bildiğimiz, tanıdığımız pek çok markanın da bu yeni teknolojiye ayak uyduramayarak tarihin tozlu sayfaları arasına karıştığını görebiliriz.
Elektrikli otomobillerin önündeki en büyük engel pil ve şarj teknolojilerinin gelişimi ve şarj istasyonlarının yaygınlaşması. Şarj istasyonları hızlı bir şekilde yaygınlaşacaktır. Ancak pil teknolojisinin şu anki seviyesi elektrikli otomobiller için ciddi kısıtlar getirmektedir. Bu alanda çığır açacak bir teknolojik gelişme içten yanmalı motorları hayatımızdan büyük ölçüde çıkaracaktır.
Ancak elektrikli otomobiller için tüm ülkelerin gerekli altyapı sorununu da çözmesi gerekmektedir. Bu sorun sadece şarj istasyonlarının yaygınlaşması değil, daha temel altyapının, elektrik üretim ve dağıtım altyapısının elektrikli otomobillere hazırlanmasıdır. İstanbul'u örnek alarak rakamlarla konuyu açıklayalım.
İstanbul'da 2020 başı itibariyle 4 milyon motorlu araç bulunduğu TÜİK istatistiklerinden yola çıkılarak söylenebilir. Bu 4 milyon aracın %20'i elektrikli olursa ve bu araçların %30'u akşam şarja takılırsa, ortalama bir akşamda şarja takılı 240 bin araç demek olur. Bu araçlar ev tipi prizlere takılmış olsalar dahi her biri 10A akım çekse 528 mWh'lik ilave elektrik ihtiyacı ortaya çıkar. Hemen belirtelim, ülkemizde günlük elektrik üretim kapasitesi bu seviyenin altında olan çok sayıda baraj var. Önlem alınmazsa böyle bir tabloda yoğun elektrik kesintileri kaçınılmaz olur. Hatta elektrik kesintilerinin yol açacağı ekonomik kayıpların büyüklüğü nedeniyle, şu anda vergi avantajı ile teşvik edilen elektrikli otomobillerin satışını azaltmak için yüksek vergiler konulabilir. Bir de elektrikli otomobil satışlarının daha da arttığını düşünürsek durum çok vahim bir noktaya gelir.
Bu karanlık tablonun tek çözümü enerji nakil hatlarının gerçekçi bir hesaplamayla tespit edilmiş ihtiyaçlara göre iyileştirilmesinden geçiyor. Ayrıca şu anda ciddi bir petrol ithalatçısı olan ülkemizde elektrikli araçların satışı ile petrol türevi yakıtlara olan ihtiyaç azalmakla birlikte elektriğe olan ihtiyaçta patlama yaşanacağından, elektrik arzının da ihtiyaçları karşılayabilmesi için de gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Aksi halde elektrik açığını doğalgaz çevrim santralleri ve daha da kötüsü petrol türevi yakıtlar ve kömür tüketen santrallerden karşılamak zorunda kalırız ki çevre açısından kaş yaparken göz çıkarmak gibi bir durumdur.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...

Yaşım gereği 1992 Erzincan depremini hatırlıyorum. Ancak o zamanlar depremin ne denli büyük bir felaket olduğunu kavrayacak yaşta değildim. Tek bildiğim yerin sarsıldığı, binaların yıkıldığı, insanların enkaz altında kaldığı, kurulan beyaz koni şeklinde, üstünde kırmızı hilal bulunan Kızılay çadırları ve depremden kurtulan insanların bu defa soğukla mücadelelerini gösteren haberlerdi. Hatırladığım kadarıyla ekranlarda gördüğüm manzarayı savaşa benzettiğimdi. Haksız da sayılmazmışım. Sonuçta bir hayatta kalma savaşı veriliyordu.
17 Ağustos 1999 depremi yaşandığında İstanbul'da yaşıyordum ancak tatilde olduğum için İstanbul'da değildim. Ancak 12 Kasım Düzce depreminde İstanbul'daydım. Birden eşyaların zangırdadığını, oturduğum koltuğun sarsıldığını hissettim. Bu deprem olmalıydı. Zaten o güne kadar birkaç defa artçı şok hissetmiş, depremin nasıl birşey olduğunu az çok deneyimlemiştim. Hiç paniklemedim, korkmadım. Soğukkanlı biriyimdir. Ancak deprem bitmek bilmedi. Sonunda çok uzun sürdü bina dayanmayacak diye kapı eşiğinde durayım bari dedim. Kapı eşiklerinin daha güvenli olduğunu duymuştum. Deprem bitti. Ailemin zoruyla binadan çıkarıldım. Depremde yıkılmayan bina sonrasında niye yıkılsındı ki? Dayanmıştı işte.
Her ne kadar deprem gibi ciddi bir felaket karşısında bile serinkanlılığımı korusam da İstanbul'a döner dönmez yaşanan felaketin büyüklüğünü görmüştüm. Çok sayıda hasarlı bina vardı. Bu binaların büyük bir bölümü sadece makyajlandı. Bir kısmı güya güçlendirildi. Güçlendirilen binalardan biri de benim de ikamet ettiğim apartmandı. Ancak güçlendirme sırasında hiçbir uzmana danışıldığını sanmıyorum. Tek yapılan bazı ana kolonların kalınlaştırılması oldu. Bilinçsizce.
Deprem insanların hayatında kalıcı yıkımlara yol açabiliyor. Yıkılan bir binayı yeniden yapabilirsiniz. Ancak giden canları geri getiremiyorsunuz. 17 Ağustos ve 12 Kasım öyle büyük trajedilere yol açtı ki, binlerce insanın hayatı bir daha hiç eskisi gibi olamadı, olamayacak.
Depremin hemen ardından deprem uzmanları ekranlara çıkarıldı. Gündem çok uzun bir süre deprem oldu. Depreme hazırlıksız yakalanmıştık ancak beklenen İstanbul depremine daha hazırlıklı olunmalıydı. Bununla ilgili çokça konuşuldu, yazıldı, çizildi ve sanki çok sıradan bir olaymış gibi unutulup gidildi. Hatta depremin yaralarının sarılması ve bir sonraki depreme hazırlık yapılması için gerekli maliyetin karşılanması amacıyla çıkarılan ek vergilerle duble yollar yapıldı. Duble yollar da çok sayıda hayatı kurtarmıştır elbette. Çünkü bir dönem her akşam en az bir trajik trafik kazası haberi anahaber bültenlerinin olmazsa olmazı haline gelmişti. Şarampole devrilen otobüsler, kafa kafaya çarpışan araçlar, ölen ya da yaralanan insanlar ve yine giden canlar. Evet böyle trajik kazaların sayısını azalttı belki duble yollar ancak, ya deprem?
Depremi unuttuk. Deprem anında her evde bulunması gereken bir çanta vardı. Deprem yaşanırsa evden çıkarken alınacak, dış kapıya yakın kolay ulaşılır bir yerde durması gereken ve içinde ilk yardım malzemelerinden giyecek ve çeşitli gıda maddelerine kadar kriz anını atlatmaya yardımcı olacak şey bulunan bir çanta. İstanbul'da kaç evde vardır şu anda böyle bir çanta?
Deprem konteynırları vardı bir de... Duruyorlar mı? Ben artık İstanbul'da yaşamıyorum. Ancak en son gittiğimde deprem konteynırına hiç rastlamadım.
Deprem anında insanların kaçacağı sığınma alanları? Hah, oralar AVM oldu zaten.
Birileri devlete kızıyor. Ancak devleti yönetenler de bu ülkenin insanları. Mars'tan falan gelme değiller. Eğer evinizde deprem çantanız yoksa kimseye deprem konteynırlarının ve toplanma alanlarının hesabını soramazsınız. Siz üzerinize düşeni yaparsanız, eş dost ve akraba ve komşularınızı da bilinçlendirir ve depreme hazırlıklı olmak için üzerlerine düşen hazırlıkları yapmalarını sağlarsanız, o zaman üzerine düşeni yapmayan yöneticilere kızabilirsiniz. Zaten tüm toplum böyle bir bilince ulaştığında, o toplumun içinden çıkacak yöneticiler de depreme karşı daha duyarlı olacaktır.
Ve bugün, yine bir deprem acısıyla karşı karşıyayız. Bu defa Elazığ... Üstelik Elazığ'dan önce Van'da da ciddi bir deprem olmuştu. Ve yine pek de hazırlıklı sayılmayız. Binalarımız depremlere dayanıksız. Ucuz olsun diye malzemeden çalınmış. Taştan mezarlara dönen binalardan mürekkep şehirlerle dolu bir memleket.
Hayatımız bu kadar mı ucuz? Bu kadar mı değersiz? Daha kaç deprem gerekecek, daha kaç can kaybedilecek de biz depreme karşı gerekli önlemleri yeterince alan bir toplum haline dönüşeceğiz?
Kimseye kızmayın. Önce depreme karşı hangi hazırlıkları yaptığınızı düşünün. Yeterince hazır mısınız? Bir planınız var mı? Deprem çantanız var mı? Deprem anında nereye gideceğinizi planladınız mı? Ya da ailenizle ortak bir buluşma noktası belirlediniz mi? Ya diğer hazırlıklar? Eğer yapmadıysanız şapkanızı önünüze alıp düşünün ve kızacaksanız eğer, öne aynada gördüğünüz kişiye kızın.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Kabul etmeliyim ki başlık biraz sert oldu. Ancak maalesef ki durum bu. Yine de birini yada birilerini cahil olarak tanımlayabilmek için öncelikle cehaletin ne olduğu ve kime cahil denildiğini net bir şekilde bilmek gerekir. TDK'ya hemen başvurduğumuzda cehalet kelimesine karşılık bilgisizlik karşılığının verildiğini görüyoruz. Cahil kelimesine ise üç farklı karşılık verilmiş. Birincisi öğrenim görmemiş, okumamış, ikincisi belli bir konuda yeterli bilgisi olmayan, üçüncüsü ise deneyimsiz, genç, toy. Haliyle bu yazının başlığının tam anlamıyla cahil kelimesinin sözlükteki kelime anlamını ifade ettiğini, herhangi bir aşağılama ve/veya hakaret amacı güdülmediğini baştan belirtmek isterim. Bununla birlikte bu yakışıksız tanımlamanın ispata muhtaç olduğu da açık. Müsaadenizle ispata çalışayım.
Ülkelerin okuryazarlık istatistiklerini incelemeye alırsak nesnel bir çıkarımda bulunabiliriz. Örneğin 2020 yılı verilerine göre en düşük okuryazarlık oranına sahip ülkelerin hangileri olduğuna bakalım:
- Burkina Faso: %36 (Nüfusunun yaklaşık %60'ı müslüman)
- Orta Afrika Cumhuriyeti: %36,8 (Nüfusunun %15'i müslüman)
- Afganistan: %38,2
- Benin: %38,4 (Nüfusunun yaklaşık %28'i müslüman)
- Mali: %38,7 (Nüfusunun %90'ı müslüman)
- Çad: % 40.2 (Nüfusunun yaklaşık %28'i müslüman)
- Fildişi Sahili: %43,1 (Nüfusunun %38,6'sı müslüman)
- Irak: %43,7
- Liberya: %47,6 (Nüfusunun yaklaşık %12'si müslüman)
- Sierra Leone: %48,1 (Nüfusunun %78'i müslüman)
- Etiyopya: %49,1 (Nüfusunun %34'ü müslüman)
Okur yazarlık oranı en yüksek olan ülkeler baktığımızda %99 ve üzerinde okur yazar oranına sahip ülkeler: Belarus, Rusya, Slovenya, Küba, Türkmenistan, Slovakya, Özbekistan, Palau, Kırgızistan, Tonga, Moldova, Maldivler, Karadağ, İtalya, Macaristan, Samoa ve Trinindad ve Tobago olarak listeleniyor.
(Kaynak 1)
Buradan da görüleceği üzere çoğunluğu Afrika ülkeleri olmak üzere en düşük okur yazarlık oranına sahip ülkelerde ciddi bir müslüman nüfus bulunuyor. Hatta bazı ülkelerde bu rakam ülke nüfusunun neredeyse tamamı. Örneğin Afganistan ve Irak için oran bile verme gereği duymadım.
Ancak okur yazar oranı en yüksek ülkelere baktığımızda da ciddi müslüman nüfusa sahip ülkelerin bulunduğunu görüyoruz. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi SSCB'nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan ülkeler bu listede yerini alıyor. Sovyet rejimini beğenmeyebilirsiniz ancak eğitim konusunda büyük bir başarı yakalamış oldukları da rakamlar tarafından gösteriliyor.
Bununla birlikte 2017 yılında dünyada satılan kitapların ülkelere dağılımı incelendiğinde şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor:
- ABD : %30
- Çin : %10
- Almanya: %9
- Japonya: %7
- Fransa: %4
- Birleşik Kırallık: %4
- İtalya: %3
- İspanya: %3
- Hindistan: %2
- Brezilya: %2
Bu listeye bakılınca ABD'nin neden dünyanın süper gücü olduğunu anlamak çok da zor olmasa gerek. Çin ve Hindistan'ın listede yer alması milyarı aşkın nüfusları ile de ilgilidir. Ancak liste incelendiğinde ve nüfusları ile listeye girebilen Çin ve Hindistan elendiğinde Brezilya hariç listedeki ülkelerin tamamının gelişmiş ülkeler olduğu görülüyor.
(Kaynak 2)
Ülkelerin nüfusundaki okula gitme ve mezuniyet dereceleri incelendiğinde ise yüksekokul ve üniversite seviyesinde en iyi ülkeler arasında hiçbir müslüman ülke bulunmazken, lise mezuniyetine gelindiğinde Kazakistan listede yer alıyor. İlkokul seviyesine gelindiğinde ise Kırgızistan'la birlikte Suudi Arabistan'ı listede görüyoruz.
(Kaynak 3)
Yıllık alınan patent sayıları incelendiğinde yukarıdan aşağı inilirken karşılaştığımız ilk ülke olan Suudi Arabistan'ı 22. sırada görüyoruz. Türkiye ise bu listede 30. sırada.
(Kaynak 4)
Hal böyle olunca müslüman ülkelerin büyük bir cehalet içinde olduğu, okur yazarlığın yüksek olduğu SSCB'den kopan ülkelerde ise kayda değer bilimsel gelişmelerin yaşanmadığını veriler bize gösteriyor. Ayrıca müslüman ülkelere baktığımızda halkın genel olarak batılı ülkelerden çok daha az okula gittiği, çok daha az kitap okuduğu, çok daha az bilimsel ve teknik başarı gösterdiği ortada olan bir gerçek.
Peki bunun nedeni nedir? İşin açıkçası çok büyük bir zenginlik yaşamamış olan SSCB bile halkına yüksek bir okur yazarlık oranı sağlayabilmiş. Ancak özgür düşüncenin bu sistemde bulunmaması nedeniyle ar-ge ve bilimsel gelişmelerde geri kalınmış görünüyor. Yaratıcı düşünce gereken alanlarda SSCB'den ayrılan ülkelerin pek kayda değer başarısını göremiyoruz.
İçinde bulunduğumuz çağda artık kitaplar elektronik ortamda, cebimizdeki telefondan bile okunabiliyor. Aslında hemen herkes cebinde potansiyel bir kütüphane taşıyor. Üstelik
Gutenberg Project gibi ücretsiz, telifsiz pek çok kitaba erişilebilecek platformlar da mevcut. Hal böyleyken müslümanların önemli bir kısmının okur yazar olmaması, olsa bile kitap okumaması, eğitim hayatının genellikle kısa sürmesi nedenleriyle incelenmeli. Bunda müslümanların yaşadığı ülkelerin ekonomik ve siyasi sorunları bir neden olarak gösterilebilse dahi, siyasi sorunların akılcı çözümü ve ekonomik gelişme için de eğitimli insanların varlığı gerekiyor. Bugün hızla gelişmekte olan Güney Kore eğitime yeterince önem vermemiş olsaydı günümüzde küresel pek çok teknoloji markasına sahip olabilir miydi? Kuzey Kore'nin biraz daha gelişmiş, biraz daha modern versiyonu olarak olduğu yerde sayan bir ülke olarak kalırdı. Yani ekonomik gelişme için kaliteli bir eğitim sistemi ve okuyan, düşünen, eleştiren, çok geniş bir perspektife sahip insanlar yetiştirmek şart.
Müslüman Toplumların Cahil Olmasında İslamın Etkisi Var Mı?
Belki müslüman toplumlarda cehaletin böylesin yaygın olması ile İslam arasında bir bağlantı olup olmadığı merak edilebilir. Dini açıdan ahkam kesebilecek biri olmasam da Kuran'da pek çok defa "akletmezler mi?", "görmezler mi?", "anlamazlar mı?" gibi manalara gelen ifadelerin varlığı görülmektedir. Bundan hareketle İslam dininin düşünmeye, anlamaya, kafa yormaya önem verdiği, bunu en iyi yapabilmek için ise eğitimin gerektiği göz önüne alınırsa, İslam dininin cehaletin nedeni olarak kabul edilmesi kesinlikle mümkün değildir.

Kaldı ki, inanalar için cennete giden yolun kılavuzu niteliğinde olan Kuran, inanışa göre bizzat Allah tarafından peygamberi aracılığı ile insanlara aktarılmıştır. İçindeki her bir ayet Allah'ın kelamıdır. Bu ayetler hem toplumsal hem de bireysel olarak tüm insanlara hitap etmektedir. Ve bilindiği üzere Allah'ın peygamberine ilk vahyi "Oku!" dur. İstisnai vahiyler hariç olmak üzere peygambere gelen her vahiy aslında ona inanan tüm insanlara söylenmiş sayılacağından aslında Allah tüm müslümanlara ilk olarak "Oku!" demiştir. Bu ifadenin ise bir emir cümlesi olduğu ortadadır. Haliyle okumak müslümanların inanışında Allah tarafından onlara verilen ilk görev, hatta ilk emirdir. Bu nedenle de İslam dini ile müslüman toplumların cehaleti arasında doğrudan bir bağ kurmak akıl dışıdır. Hatta öyle denilebilir ki, müslüman olmanın ilk şartı okumaktır. Daha ilk emirde savsaklayan biri nasıl olur da sonraki diğer emirleri doğru düzgün anlayabilir, kavrayabilir ve uygulayabilir.
SONUÇ
Tüm veriler ortaya konulduğunda müslüman toplumların neden cahil kaldıkları ile ilgili net bir kanaate ulaşmak mümkün değil. Üstelik İslam tarihinin belirli bir döneminde ciddi bilimsel gelişmelerin de yaşandığı ve günümüz bilim dünyasına da ışık tutmuş pek çok İslam aliminin de bu dönemde yetiştiğini unutmamak gerekir. Ancak ruhban sınıfı bulunmayan İslam dininde dini bilgisi yüksek kişilerin bu bilgileri ile parlayabilmeleri, çeşitli ünvanlar, makamlar ve mevkiler kazanabilmeleri için diğer insanların okuyup araştırmıyor olmasının gerektiği de ortadadır. Belki de bu yüzden çeşitli kesimler tarafından önemsenen ve Şeyh vb. ünvanlarla anılan kişilerin Kuran'ı herkesin anlayamayacağı, kavrayamayacağı, dinle uğraşmanın kolay olmadığı gibi söylemleri ile insanları dinlerini araştırarak öğrenmekten soğutmaları hatta korkutmaları buna bir etken olabilir. Yine de kesin bir neden ortaya koymak mümkün değil. Eğer ortada kesin bir neden yoksa bu genellikle çok sayıda nedenin varlığını ve girift bir durumun mevcut olduğunu gösterir.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
New York Times'da bugün yayınlanan bir haber normalde ülkemiz gündemine bomba gibi düşmesi gerekirken kıyıda köşede kalmış bir haber olarak kalıyor oluşunu görmenin büyük bir şaşkınlığını yaşamaktayım.
 |
2009'da Amsterdam'da düşen THY uçağı |
Haber 2009 yılında inişe geçtiği sırada düşen THY'nin İstanbul-Amsterdam seferini yapan yolcu uçağı ile ilgili. Habere göre Hollanda'lı raportörler kaza ile ilgili raporlarını hazırlarken Boeing'in baskıları sonucu kazaya karışan uçağın üreticisi Boeing'i aklamak için tüm suçu pilotlara yıkmak üzere bazı tasarım kusurlarını gizlemeyi tercih etmişler. Böyle bir olay dünya çapında ses getirmesi gereken büyük bir skandala yol açmalı. Kaldı ki New York Times gibi köklü bir gazete, ABD'nin en önemli markalarından biri olan Boeing'i zora sokacak böyle bir haberi güvenilir kaynaklara sahip olmadan yapmaz. Bu haberin son dönemde yaşanan uçak kazaları nedeniyle başı belada olan Boeing'in işini iyice zorlaştıracaktır. Havacılık sektöründe kesinlikle bir karşılığı olması gereken bu haber Boeing firmasının iyi niyetine olan güveni temelden sarsacaktır. Bir firma hatalı bir tasarım ve üretim yapabilir. Ancak hatasını açık yüreklilikle kabul eder, oluşan zararın telafisi için çaba gösterir ve hatasını düzeltmek için elinden geleni yaparsa yaşadığı krizi küçük bir hasarla atlatabilir. Ancak bir marka art niyetli davranır, hatalarının üstünü New York Times'ın itham ettiği şekilde kirli yöntemlerle ört bas etmeye çalışırsa büyük bir güven kaybına uğrar. Bu güven kaybını markanın iflası ile bile sonlanabilir.
Olay neresinden bakılırsa bakılsın tam bir rezalettir. Boeing'in üretimi bir uçak düşüyor. Yaşanan kaza sonucunda 9 kişi hayatını kaybediyor ki bu pek çok uçak kazası için çok düşük bir rakamdır. Kazanın tüm sorumluluğu pilotlara yükleniyor. Oysa kazanın oluşumunda uçağın bazı sistemlerinin tasarımındaki hataların da payı bulunuyor. Ancak uçağı üreten firma (burada Boeing) baskı yaparak, belki de rüşvet vererek, kazanın oluşumundaki uçağın yapısından, tasarımından kaynaklanan unsurların görmezden gelinmesini sağlıyor. Havacılık sektörü açısından son yılların en büyük rezaletlerinden biri.
Öncelikle uçaklar dünyadaki en güvenli ulaşım araçları arasında başta gelirler. Normal bir insanın uçak kazasında hayatını kaybetme ihtimali bir trafik kazasında hayatını kaybetme ihtimalinden yüzlerce hatta binlerce kat daha düşüktür. Ancak uçak kazaları çok ciddi kazalardır ve pek çok uçak kazasında uçakta bulunan yolcu ve mürettebattan kurtulan olmadığı görülür. Bununla birlikte THY'nın 2009 yılında yaşadığı kazada sadece 9 kişinin hayatını kaybetmiş olması, belki de bu açıdan bakıldığında, pilotların ustalıkları ile çok daha kötü sonuçlanabilecek bir kazayı minimum hasarla atlatmayı başardığını da gösteriyor olabilir. Bu haberden sonra acaba suçlanan pilotlar aslında birer kahraman mıydı sorusunu da sormak gerekiyor.
Ayrıca bu olayın büyük ses getirmesi gerekiyor. THY'nın acilen Boeing firmasına vermiş olduğu siparişleri sözleşmeleri müsaade ediyorsa iptal etmesi ve bir daha Boeing'ten uçak siparişi vermeyeceğini açıklaması ve sadece açıklamayla kalmayıp Boeing'ten en azından çok uzun bir süre yeni uçak siparişi vermemesi gerekiyor. Bu benim THY'den beklediğim bir harekettir. Hatalarını kabullenmeyen, kirli oyunlarla hatalı tasarım ve üretimlerinin suçlarını başkalarına yıkmaya çalışan, sicili zaten 737 Max uçakları ile ilgili yaşananlar yüzünden şüpheli hale gelmiş bu firmadan uçak almak tek kelime ile aptallık olacaktır.
Ayrıca New York Times'ın haberin Hollanda'nın havacılık sektörünün de güvenilirliğini sorgulanır hale getirmektedir. Baskılara boyun eğerek gerçekleri saklamak ve saptırmak suretiyle büyük ve güçlü olanı korumak, hataların çok pahalıya mal olduğu ve bu nedenle hatalara karşı toleransın minimum düzeyde tutulduğu, hatta tolerans hakkı tanınmadığı havacılık sektörü açısından kabul edilemez bir durumdur.
Yuh sana Boeing, yuh sana Hollanda!!!
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Otomotiv sektöründe ciddi bir üretici olmamıza rağmen ciddi bir yerli ve milli otomobil markamızın olmaması pek çoğumuzun için buran bir durum. Bu konuda özellikle Cumhurbaşkanımızın çağrısı üzerine bir araya gelen Türkiye'nin Otomobili Girişim Grubu tarafından 2020 öncesinde tanıtımı yapılan tamamen elektrikli SUV ve Sedan araçlarla büyük bir umutla artık sahip olamasak da gurur duyacağımız bir yerli otomobil markasına kavuşmayı bekliyoruz. Ancak bu araçlar tamamen elektrikli olacağından konvansiyonel içten yanmalı benzinli veya dizel motora sahip olmayacaklar. Yıllardır içten yanmalı motor dahil otomotiv sektöründe üretmediği bir bileşen neredeyse bulunmayan ülkemizin kendi milli içten yanmalı motorunu geliştirememesi ise ilk bakışta yadırganacak bir durum.
 |
TOGG elektrikli yerli otomobil |
İçten yanmalı motor teknolojisi her ne kadar çok eski bir teknoloji olsa da son derecede karmaşık bir teknolojidir. Bir benzinli motorda çok sayıda farklı bileşen bulunur. Üstelik motorun güç üreten kısmını, yani esas motor olan kısmını üretebilmeniz yetmez, bir de güç aktarım birimi olan şanzıman da üretmeniz gerekir. Çok sayıda farklı bileşenden oluşan ve büyük bir hassasiyetle tasarlanmış parçaların büyük bir uyum içinde çalışması gerekir. Aksi halde motor ya hiç çalışmaz ya da kısa sürede teknik sorunlar ortaya çıkar. Bu kadar karmaşık bir teknolojiyi birden geliştirmek, üstelik çok uzun yıllardan beri motor üreten firmalarla rekabetçi olacak şekilde verimli ve ekonomik olarak bu işin üstesinden gelebilmek hiç de kolay değildir. İstenirse içten yanmalı motor geliştirmek elbette ki mümkün olacaktır, ancak bunun için ciddi zaman harcanması gerekir. Üstelik elektrikli araçların yavaş yavaş benzinli ve dizel araçların yerini almaya başladığı bir çağda içten yanmalı motor geliştirmeye çalışmak çok da anlamlı gelmemektedir.
Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere içten yanmalı motor geliştirmek çok zordur. Kalabalık bir mühendislik ekibinin çok uzun süreler üzerinde çalışmasını gerektirir. Bununla birlikte ülkemizde yavaş yavaş içten yanmalı motor geliştirilmeye de başlanmıştır. Ancak bu motorlar otomotiv sektöründen ziyade savunma sektöründe kendini göstermektedir. Örnek olarak TEI PD170 adında 170 beygir gücünde pistonlu bir motor üretmiş durumda. Bu motor milli İHA'larımızda kullanılacak. Ayrıca bu motor üzerinde geliştirme çalışmaları devam ediyor. Üstelik askeri bir sistemde kullanılan bir içten yanmalı motorun sivil araçlardan çok daha yüksek niteliklere sahip olması gerekir. Zira otomobillerde kullanılan içten yanmalı motorların çalışma koşulları ile yerden kilometrelerce yukarıda çalışan bir uçaktaki motorun çalışma koşulları bile tasarımı güçleştirecektir. Teknik olarak PD170 motoru sivil bir otomobilde de kullanılabilir. Tabi bazı küçük değişiklikler yapılması gerekecektir. Ancak dediğimiz gibi, içten yanmalı motor konusunda batılı ülkelerin çok gerisinde kalmış olduğumuzdan otomotiv sektöründe ancak elektrikli otomobillerle rekabetçi olabiliriz. Elektrikli otomobillere ayak uyduramayan günümüz ve yakın geçmişin güçlü firmaları ne yazık ki yakın gelecekte tarihin tozlu sayfalarına gömülecektir.
Her ne kadar içten yanmalı bir İHA motoru geliştirmeyi TEI başarmış olsa da, motor geliştirilmesi ve tedariğinde yaşanan sıkıntılar nedeniyle milli tankımız ALTAY halen seri üretime alınamamıştır. Söz konusu askeri sistemler olunca tasarlanacak motorun isterlerini karşılamak ancak çok büyük uzmanlık ve yüksek mühendislik ile mümkün olabilmektedir. Öyle ki bir tankın motoru aşırı soğuk, aşırı sıcak, tozlu, çamurlu, karlı, yağmurlu ortamlarda hiç takılmadan çalışmak zorundadır. Aynı zamanda yaklaşık 60 tonluk bir aracı hareket ettirebilmek için çok yüksek güç üretilmesi gerekmektedir. Bu kadar yüksek gücü elde edebilmek, üstelik de bunu tankın içine sığacak kadar küçük bir motorla başarabilmek, içten yanmalı motor teknolojisi çok eski bir teknoloji olsa dahi, günümüz için bile son derecede zordur.
 |
TEI PD170 |
ÖZETLE, içten yanmalı motor üretmek çok zor bir iş değildir. Ülkemizin pek çok yerinde sanayide görev yapan ustaların çoğu kendi başına bunu yapabilirler. Ancak önemli olan çalışan bir içten yanmalı motor yapmak değildir. Önemli olan beklentileri tam olarak karşılayan, verimli, ekonomik, üretilebilir, güvenilir ve rekabetçi bir içten yanmalı motor üretebilmektir. Bu ise hemen olan bir şey değildir. Basit bir örnekle, yine havacılıkla benzeştirerek açıklamaya çalışırsak, uçak yapmak için gerekli olan fizik kuralları çok basittir ve pek çok kişi evinde basit uçaklar yapabilir. Ancak bir İHA yapmak çok daha fazla teknik bilgi ve detaylı tasarım gerektirir. Biz havacılık sektöründe dünyayı İHA'larımız ile yakaladık ve bu alanda en öndeki ülkelerden biri haline geldik. Ancak bir savaş uçağı yapmak ile bir İHA yapmak aynı şey değildir. İş ABD'nin Türkiye'ye teslim etmeyeceğini açıkladığı F35'ler gibi son teknoloji ürünü bir savaş uçağı yapmaya geldiğinde, her ne kadar aynı fizik kurallarına bağlı olarak uçacak olsa da, araştırma ve geliştirmenin zorluk katsayısı astronomik sayılacak bir düzeyde artacaktır. Bu durum içten yanmalı motorlar için de aynıdır.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Ülkemizde ekonomik durum pek parlak değil. Her ne kadar aksi gösterilmeye çalışılsa da, markette, pazarda, kısacası her anlamıyla sokakta hissedilen durum hiç de parlak değil ve geleceğe dönük de pek umut vermiyor. Peki yeni girmiş olduğumuz 2020 yılında ekonomik durum ne yönde gelişecek? İyileşme yaşanacak mı yoksa durum daha da kötüye mi gidecek? Basit mantık yürüterek temel ekonomi bilgisi ile bu sorulara cevaplar arayalım.
Öncelikle Türkiye ekonomisi dışa bağlı bir ülke. Böyle olması da gerekiyor. Küreselleşen dünyanın bir parçası olmanın kaçınılmaz sonucudur bu. Aksi halde Kuzey Kore gibi içe kapalı bir ülke haline gelirdik. Dışa bağımlı bir ülke olmanın pek çok faydası var. Her şeyden önce Türkiye kendi iç dinamikleri ile yeterince büyüme sağlayabilecek bir ülke değil. Bu durumda Türkiye ekonomisinin düzelmesi büyük ölçüde dünyada ne olup ne bittiği ile de alakalı.
Dünya ekonomisine bakıldığı zaman ise yine umut veren bir resim görmek mümkün değil. İhracatımızın büyük bölümünü bilindiği üzere Avrupa ülkelerine yapıyoruz. Avrupa ülkelerinde ise ekonomi son derecede durgun. Bu durum ihracatımızın büyümesi önünde büyük bir engel. Eğer Avrupa ülkelerinde ekonomi canlanmaz ise Türkiye'nin ihracat yaparak büyüme olasılığı riske girer. Bu riski azaltmak için Türkiye'deki sanayiciler alternatif pazarlar arayabilirler. Alternatif pazarlardan biri olan Ortadoğu ülkelerinin durumu ortada. Güney Amerika ülkelerinde de durum hiç parlak değil. Orta ve Uzak Asya ülkeleri ise Türkiye için kısa vadede ciddi bir pazar oluşturabilir mi? Ya da Afrika ülkeleri? Avrupa'daki kaybı karşılamak zor görünüyor.
Böyle bir manzara karşısında ihracatımızda ciddi bir artış beklemek biraz zor. Hatta ihracatın büyümeyeceği, aksine küçüleceği dahi beklenebilir. İhracatımızda bir büyüme sağlanabilse dahi bu büyümenin Türkiye ekonomisinde hissedilir bir pozitif etki yaratacak düzeyde olmasını beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Tabi küresel dünyada her an her şey olabilir. Bir de bakarsınız bir anda bahar rüzgarları esmeye başlamış, Avrupa ülkeleri hızla büyüme trendine girmiş... Ancak bu olasılığa bel bağlamak da tam anlamıyla hayalcilik olacaktır.
İhracat yaparak yeterince büyüyemeyecek olan ülkemizde iç piyasadaki talep de son derecede cansız. Her ne kadar son dönemlerde düşen kredi faizleri ile birlikte bir miktar canlanan inşaat sektöründeki konut satışlarının ekonomiye pozitif etkisi kısıtlı ve geçici olacaktır. Şurası açık ki inşaat sektöründe faaliyet gösteren firmalar ellerindeki stokları eritme derdindeler. Mevcut inşaatlarını tamamlayıp satmaya odaklanmış durumdalar. Yeni inşaatlar nadiren görülmekte. Ayrıca inşaat sektörü aracılığı ile büyüme her zaman geçici olur. Çünkü bir inşaatı yapar bitirirsiniz. Ortaya bir katma değer çıkar. Ama bu katma değer inşaatın bitimi ile sonlanır. Bir fabrika gibi sürekli ticari değeri olan mal üretilmez. Ancak orta ve uzun vaadede rant geliri ortaya çıkabilir.
Ülkemizdeki ekonominin iyiye gitmediğini artan işsizlik oranlarından anlamak mümkün. Eğer işsizlik oranları artıyorsa bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi mevcut çalışanlar işini kaybetmektedir. İkincisi işgücü piyasasına katılanlar (örneğin eğitim hayatını tamamlayanlar) iş bulamamaktadır. Ülkemizde her iki durumda olanlar da var. Hem pek çok kişi işini kaybetmiş hem de gençler iş bulamaz durumda. Bu durum üretimin artmadığı ve ekonomide bir büyüme ve canlanmanın beklenmemesi gerektiğine işaret ediyor.
Özellikle Ortadoğuda gerilen ortam petrol ve doğalgaz arzı üzerinde riskler oluşturuyor. Olası bir ciddi çatışma durumunda petrol ve doğalgaz fiyatlarında ciddi bir yükseliş olabilir. Böyle bir yükseliş enerji konusunda ciddi oranda dışa bağımlı olan ülkemizin ekonomisini son derecede kötü etkileyecektir. Ancak böyle bir durumu engellemeye gücümüz yetmez. Ancak tedbir alınabilir.
Kısacası ekonomik durum kısa vaadede düzelecek gibi görünmüyor. Yani 2020 yılından yükselen bir refah beklemek Polyannacılık oynamak olacaktır. Ancak şurası da kesin ki, böyle durumlarda insanlar acil olmayan tüm ihtiyaçlarını erteleme eğilimine girerler. Bu da bir talep birikimine yol açar. Bu talep birikimi ekonomide rüzgar pozitif yöne döndüğünde talep patlamasına yol açar. Bu talep patlaması ilk başta talep kaynaklı enflasyon baskısına yol açabilse de, aynı zamanda büyümeyi de hızlandıracaktır. Bu konuda umutlu olmak gerekir. Unutmayın, her karanlık gecenin ardında bir sabah vardır. Dünyada geçmişte pek çok ciddi ekonomik kriz yaşanmış ve hepsi atlatılmıştır. Bu sıkıntılı dönem de elbette, öyle veya böyle atlatılacaktır. Bu dönem atlatıldığında ise hızlı bir büyüme dönemine girilecektir. Asıl bu günlerde büyüme dönemine girileceği zaman, hem bu dönemin bize verdiği hasarları saracak hem de bizi çok daha ileriye taşıyacak şekilde hazırlanmak gerekir. Bu sıkıntılı dönemi güçlü bir büyümeye hazır şekilde atlatabilen ülkeler geleceğin gelişmiş ülkeleri olma şansını yakalayabilirler. Bu fırsatı yakalayamayanların ise kaderi yakalayan ülkelerin pazarı olmak olacaktır. Her şey bize bağlı. Yaptıklarımızla pazar mı olacağız yoksa gelişen, büyüyen bir ülke mi? Her şey bize bağlı...
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Para ile saadet olmaz sözü ne tam anlamıyla yanlış ne de tam anlamıyla doğrudur. Bu durumu tam olarak irdeleyebilmemiz için öncelikle saadetten ne anladığımız netleştirilmelidir.
Saadet: Türkçe sözlükte tam karşılığı olarak mutluluk olduğu görülen saadet, insanın tüm ihtiyaçlarını eksiksiz ve sürekli olarak karşılayabilmesi neticesinde duyduğu kıvanç, ongunluk olarak tanımalanabilir.
Sözlük anlamından da anlaşıldığı üzere saadet için insan ihtiyaçlarının eksiksiz ve sürekli olarak karşılayabilmesi gerekmektedir. İnsan ihtiyaçları ise maddi ve manevi olarak ikiye ayrılabilir. Maddi ihtiyaçların karşılanabilmesi için para şarttır. Ancak manevi ihtiyaçları karşılayabilmek için paradan fazlası gerekir. Bu durumda para ile saadet olmaz önermesi, manevi ihtiyaçları para ile karşılamak çoğu zaman mümkün olmadığından kısmen doğru, ancak maddi ihtiyaçları ancak para ile karşılamak mümkün olduğundan kısmen yanlıştır.
Ancak maddi ihtiyaçlar ile manevi ihtiyaçlar arasındaki ayrım her zaman o kadar net değildir. Eskiyen bir elbiseyi yenilemek, ev, araba almak, evinin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlar temel maddi ihtiyaçlar olarak gösterilebilir. Bunların karşılanamaması durumu insanda stres oluşturur. Ayın sonunu nasıl getireceğini kara kara düşünen bir kişi pek de saadet içinde sayılmaz. Hatta içinde bulunduğu sıkıntılı durum uzun sürmesi halinde psikolojik sorunlar yaşamasına yol açabilir. Haliyle maddi ihtiyaçların karşılanmasının manevi bir yönü de vardır.
Bununla birlikte her manevi ihtiyacın maddi durumla ilgisi yoktur. Sevmek, sevilmek, saygı görmek gibi ihtiyaçlar bunun başında gelir. Varsıl bir ailesi olan ancak annesini bir nedenle kaybetmiş genç bir çocuğun hissedeceği anne sevgisi ihtiyacını maddi imkanlarla karşılamak mümkün değildir. Ya da sırf ailesi başka bir yere taşınıyor diye en yakın arkadaşlarından ayrılan bir gencin yaşayacağı dram ve yalnızlık da maddi olarak karşılanamaz.
Sağlık kısmen maddi imkanlara bağlı kısmen de bağlı değildir. Varsıl kişiler bir sağlık sorunu ile karşılaştıklarında en iyi doktorlara ulaşma ve bedeli ne olursa olsun mümkün olan tüm sağlık hizmetlerinden faydalanma olanağına sahip olurlar. Ancak yoksul kişilerin ulaşabilecekleri sağlık hizmetlerinin sınırı maddi imkanları ile kısıtlanır. Bu durum bazı hallerde kişilerin yeterince tedavi görememeleri sonucu tam olarak sağlıklarına kavuşamamaları anlamına gelebilir. Bununla birlikte bazı sağlık sorunlarını maddi imkanlar çözmeye yetmez. Tedavisi henüz geliştirilememiş hastalıklar buna en güzel örnektir. Ne kadar varsıl olursanız olun, dünyanın tüm servetini de harcasanız, bazı sağlık sorunlarını tedavi etmeniz mümkün değildir. Haliyle sağlık kısmen maddiyata bağlı kısmen değildir.
Para ile saadet olur mu? Para saadetin yeter ve tek şartı değildir ancak temel şartlardan biri olduğu kesin. Maddi sıkıntıların yol açtığı sorunlar nedeniyle anlaşmazlığa düşerek boşanan çiftler bunun en güzel örneğidir. Yani iki gönül bir olunca samanlık pek de seyran olmamaktadır. Maddiyat aile bütünlüğünün korunmasında dahi çok önemli bir yere sahiptir. Ancak elbette ki aile bütünlüğü maddiyat dışında ciddi manevi değerlere de bağlıdır.
Son olarak bu yazıda para ile saadet olmayacağı ama parasız da saadet olmayacağını göstermeye çalıştım. Yazıda doğru veya yanlış bulduğunuz yerleri veya varsa eklemek istediğiniz kendi görüşlerinizi yorum yaparak paylaşabilirsiniz.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Günümüzde artık hemen her şey içinde kodlanmış programlar içeren bileşenlere sahip. Teknoloji ile her geçen gün daha da iç içe geçişen insan yaşamı düşünüldüğünde, herkesin programlama dillerinden en azından birini iyi derecede bilmesi büyük bir avantaj sağlayacaktır. Özellikle de gelecek ve kariyer planlaması yapan gençler, İngilizce gibi artık olmazsa olmaz bir yabancı dilin yanına en azından bir de programlama dilini eklemeleri büyük fark yaratmalarına imkan tanıyacaktır. Çünkü hangi alanda çalışacak olurlarsa olsunlar, programlama dili bilgisi onlara önemli avantajlar sağlayacaktır.
Mesleki alanlardan mühendisliği ele alalım. Özellikle de makine mühendisliğini. Makineler bir zamanlar tamamen mekanik olarak çalışmakta, kontrol üniteleri bile çeşitli fizik kanunları esas alınarak geliştirilmiş mekanik bileşenler idi. Ancak artık elektronik ve bilgisayarlarla iyice iç içe geçmiş durumdalar. Elektronikten ve bilgisayar kodlarından anlamayan bir makine mühendisi, içinde bulunduğumuz çağda ne kadar başarılı olabilir? Robotlar ve robotik bileşenler artık her yerde.
Ekonomi ve finans alanını düşünürsek de durum aynı. Bir zamanlar insanlar grafikleri ve verileri inceler, analizler yapar ve yatırım kararları verirlerdi. Bu uzun bir zaman alır ve insan psikolojisinin zaafları nedeniyle zaman zaman hatalı kararlara yol açar, neticede kar etmeyi bırakın ciddi zararlarla karşılaşılmasına neden olurdu. Ekonomiye ne kadar hakim, aynı anca onlarca hatta yüzlerce veriyi hızla yorumlayabilen ve içine duygularını karıştırmadan nesnel kararları hızla alabilen kişiler ancak başarılı olurlardı ki bu kişiler de zaman zaman pahalıya mal olan hatalar yapmaktaydılar. Artık küresel piyasalarda alım ve satım yönünde kararları bilgisayar programlarına bırakan şirketler olduğunu biliyoruz. Bu programlar bir insanın karar verme aşamasında göz önünde bulunduramayacağı kadar çok veriyi eksiksiz bir şekilde analiz edip, pek çok farklı sinyali değerlendirip, duygusal etkiler kesinlikle barındırmayan kararlar verebiliyorlar. Kodlama sırasında algoritmaları düzgün oluşturulmuş ve iyi kodlanmış bir program piyasadaki hiçbir önemli alım veya satım sinyalini kaçırmayacak, tereddütsüz karar verecek ve emri ilgili kuruma anında iletecektir. Satış sinyallerini biraz daha düşüş veya yükseliş olur umuduyla görmezden gelip eldeki kardan olma gibi bir hataya da düşmeyecektir. Yani artık aklı başında bir yatırımcı yatırım kararlarını kendi alan değil, bu işi düzgün yapacak programı kodlayan yatırımcı olacaktır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Tarımdan sağlığa, ulaştırmadan gıdaya kadar her türlü sektörde artık bilgisayar programlamayı bilmek bir avantaj sağlayacaktır. Bu nedenle özellikle de henüz yolun başında olan gençler hem İngilizce'yi hem de en azından bir programlama dilini çok iyi seviyede öğrenmeliler. İngilizce sayesinde tüm dünyayla iletişim kurabilme ve onların bilgi ve tecrübelerinden faydalanabilme olanağı kazanırken programlama dilleri ile de iş yaşamında karşılaştığı sorunlara çözümler üretebilme ve yeni imkanları, fırsatları ortaya koyabilme imkanı yakalamış olur.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
2000'li yıllarda tüm dünyada küreselleşme rüzgarları esmekteydi. Ülkeler, ekonomiler ve farklı kültürler arasındaki sınırlar gittikçe silikleşiyor, pek çok kişi kendini dünya vatandaşı olarak tanımlıyordu. Ancak ne olduysa oldu, bu rüzgar tersine esmeye başladı.
Küreselleşme birey olarak düşünüldüğünde ister gelişmiş ister gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor olsun, tüm herkes için faydalı bir gelişmeydi. Yurtdışındaki bir ülkeden istediğiniz bir ürünü sipariş edebiliyor ve arada ithalatçı olmadan kolaylık temin edebiliyordunuz. Ayrıca ülkeler arasındaki ticaret de çok daha kolaydı. Bir başka ülkeye gidip yerleşmek ve o ülkeye uyum sağlamak günümüzdeki durumla kıyasla çok daha az zorluğa sahipti. Bu durum mal ve işgücünü daha akışkan hale getirdiğinden ekonomik açıdan her bakımdan insanlar için faydalı bir durumdu. İşsizliğin yüksek olduğu ülkelerde düşük maaşlarla çalışmak zorunda kalan kişiler işsizliğin düşük olduğu ve daha yüksek maaşla çalışabilecekleri ülkelere yerleşebiliyorlardı.
Şimdi de bir başka ülkeye yerleşmek veya yurtdışından mal ve hizmet tedarik etmek mümkün. Ülkeler yine kendi aralarında ticaret yapıyorlar. Ancak atmosferde artık küreselleşme rüzgarı yok. Aksine artan nasyonalizm, radikalleşme, kutuplaşma ve ticaret savaşlarının kesif rüzgarları var.
Öncelikle ticaret savaşları tüm dünya ekonomisini durgunluğa itiyor. ABD-ÇİN arasında baş gösteren savaş aslında bir süper gücün konumunu koruma ve büyüyen bir devin yoluna devam etme mücadelesi. Bir tür bilek güreşi. Ancak bu savaşın sonucu olarak ABD'deki insanlar Çin'de üretilen ürünleri ticaret savaşları nedeniyle konulan ek vergiler yüzünden çok daha pahalıya almak zorunda kalıyorlar. Bu onların refahını düşürürken mal ve hizmetlere olan talebin daralması genel olarak ekonominin küçülmesi, küçülmüyorsa bile büyümesinin yavaşlamasına neden oluyor. Çin tarafında durum daha kötü. Çin'li firmalar en büyük pazarlarına mal ve hizmet satmakta zorlanıyor. Sonuç olarak Çin ekonomisinin büyüme hızı bu durumdan ciddi olarak olumsuz etkilenirken, Çin'li işçiler işsizlik riski ile karşı karşıya kalıyor.
İki ekonomik dev arasındaki bu bilek güreşi tüm dünyayı olumsuz etkiliyor. Üstelik AB ve Güney Amerika ülkelerinde de ekonomik gidişat umut vermiyor. Küresel bir durgunluk tüm dünyayı sarmış durumda.
Ticaret savaşları ve durgunlaşan küresel ekonomi nedeniyle ticari ilişkiler zayıflarken ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının yol açtığı gerilimler ve çeşitli terör eylemleri farklı toplumların birbirlerine karşı toleranslarının azalmasına, milliyetçi akımların güçlenmesine, toplumların birbirlerini çok daha kolay düşman olarak tanımladığı bir ortamın oluşmasına yol açıyor. İşte farklı bir ülkeye gidip yerleşmek de bu nedenle zorlaşıyor. Bir göçmenin hangi ülkede olursa olsun sırf farklı bir etnik kimliğe sahip olduğu için bulunduğu ülkede ayrımcılığa uğrama, kötü muamele görme ve hatta ciddi bir saldırı ile karşı karşıya kalma olasılığı 2000'li yıllarda olduğundan kat kat fazla. Çünkü yabancı düşmanlığı özellikle de gelişmiş ülkelerde yükselen bir trend.
Küreselleşme rüzgarı ile zayıflayan sınırların sağladığı ekonomik refah artışı rüzgarın tersine dönmesi ile birlikte refah kaybına dönüşüyor. Bunun sorumlusu ise kesinlikle göçmenler olamaz. Ancak en çok bu durumdan zararı onlar görecektir. Göçmenleri suçlayanlar bu tür davranışları göstermelerine yol açan tüm etkenlerin aslında kendi ülkelerinin yöneticileri de dahil olmak üzere tüm dünya liderlerinin güç yarışı ve ihtirasları olduğunu fark edemiyorlar. Faturasını da hep birlikte ödüyoruz ödeyeceğiz. İster göçmen olalım, ister olmayalım.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Uyumsuzluk bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyler listesinde başlarda yer alıyor olmalı. Sosyal ihtiyaçları olan bir hayvandan öte bir varlık olmayan biz insanlar, yeme içme gibi sosyalleşmeye de ihtiyaç duyuyoruz. Ve bir insan gerçek manada ancak ve ancak yaşadığı toplum içinde sosyalleşebilir. Bu gereklilik içinde yaşadığı toplum ile arasında uyumsuzluk varsa sosyalleşme ihtiyacının etkin ve verimli bir şekilde karşılanmasına mani olur.

İçinde bulunduğu toplum ile uyumsuz, benzer zevkleri, benzer davranış kalıpları olmayan, hayata bakışı ve değer yargıları bakımından içinde bulunduğu toplum ile büyük ölçüde zıtlaşan bir insan için kalabalıklar içinde yalnızlık kaçınılmaz bir durum haline gelir. Öyle ki en doğal sosyal ihtiyaç olan biri ile konuşma, dertleşme için bile kendine uygun muhatap bulamayabilir. Böyle bir durumda sosyal çevreyi değiştirmek yegane çözümdür. Ancak sosyal çevreyi değiştirmek hemen hemen hiçbir zaman kolay değildir. Öyle ki bazen bir şehri, bazen de bir ülkeyi terk etmeyi gerekli kılabilir. Tüm bunlar kendi içinde başka başka zorluklar içeren konular olduğundan pek çok sosyal uyumsuz için mümkün olamamaktadır.
Karşılığını bulamadığı bir sosyal çevrede yalnızlaşan insan bu duruma ne kadar tahammül edebilir? Ya da akıl sağlığını koruyarak bu durumla ne kadar süre mücadele edebilir? Elbette bu soruların cevapları kişiden kişiye değişecektir. Ancak herkes için bir dayanma sınırının varlığı kolaylıkla anlaşılabilir.
Sosyal uyumsuz uyum sağlayamadığı toplumu suçlayamaz. Sonuçta toplumu oluşturan hiçbir bireyin herhangi bir kişi ile uyum sağlamak gibi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Sosyal uyumsuz hiçbir kimseden kendine uyumlu olmasını bekleyemez. Mümkünse kendinden ödün vererek kendisi uyum sağlamalıdır. Bu durumda ise kendine yabancılaşma ve özsaygı kaybı ortaya çıkar. Sen sen olamadıktan sonra sendeki senin ne anlamı kalır?
Peki sosyal uyumsuz ne yapacak?
Şu anda bir sosyal uyumsuz olarak bu sorunun cevabını bulabilmiş değilim. Eğer bir gün cevabını bulursam buradan paylaşırım elbette, tabi sosyal çevremi değiştirme fırsatını daha önce yakalamazsam.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Teknolojinin insan yaşamını kolaylaştırdığı tartışılmaz bir gerçek. Artık her birimizin cebinde bir zamanlar servet değerinde olan ve ancak çok güçlü şirketlerin sahip olabildiği bilgisayarların işlem gücünün kat kat fazlasına sahip telefonlar bulunuyor. Bu telefonlarla sadece telefon görüşmesi yapmıyor aynı zamanda mesajlaşıyor, çektiğimiz fotoğraf ve videoları paylaşıyor, gerekli notları alıyor, zaman zaman hava durumu, trafik yoğunluğu gibi bilgileri ediniyor, bankacılık işlemlerini gerçekleştiriyor, alışveriş yapıyor ve burada hepsini saymanın mümkün olmadığı kadar çok şeyi yapabiliyoruz. Tüm bunlar yaşamımızı oldukça kolaylaştırıyor ve büyük konfor sağlıyor.
Gelişen teknoloji aynı zamanda insan sağlığını da olumlu etkiliyor. Daha yeni ve gelişmiş cihazlar hastalıkların tanı ve tedavisinde yeni olanaklar sunuyor.
Teknoloji ülkelerin ekonomileri üzerinde de oldukça etkili. Şirketler gelişen teknolojiyi takip ederek verimliliklerini artırıyor. Böylece daha yüksek karlar elde edebiliyor veya rakiplerine karşı maliyet avantajı kazanabiliyorlar. Çetin rekabetin yaşandığı piyasalarda düşen fiyatlar ise tüketicilerin mal ve hizmetlere daha uygun fiyatlarla ulaşabilmesini sağlıyor.
Tüm bunlar ve elbette daha fazlası teknolojinin faydaları. Peki teknolojinin hiç zararlı yanı yok mu? Elbette ki var. Öncelikle insanları kendine bağımlı hale getiriyor. Teknoloji her ne kadar insanların iletişimini kolaylaştırsa da insanlar arasındaki iletişimi aslında soğutuyor. Evet, belki dünyanın öbür ucundaki biri ile görüntülü sohbet edebiliyoruz, onun paylaştığı fotoğraf ve videoları izleyebiliyor, yorum yapabiliyor, beğenebiliyor veya tepkimizi gösterebiliyoruz. An be an adım adım ne yaptığını takip edebiliyoruz. Ancak bunu yaparken yanımız bulunanlara eskiden gösterdiğimiz ilgiyi gösteremiyoruz. Sosyal medya üzerinde yapılan bir paylaşımın beğeni sayısı pek çok insani değerin önüne geçmiş durumda. İnsan ilişkileri gelişen teknoloji ile birlikte sığ ve yüzeysel bir hale dönüşüyor. Binlerce takipçisi olan sosyal medya fenomenleri bile aslında büyük bir yalnızlık içinde olabiliyor. Teknolojiye bağlı yeni psikolojik rahatsızlıklar ortaya çıkmaya başladı bile.
Aynı zamanda teknoloji pek çok meslek dalını öldürüyor. Artık geleneksel anlamda gazeteciliğin sonu gelmiş durumda. En son ne zaman gazete aldınız? Bu yazıyı yazarken ben en son ne zaman gazete aldığımı hatırlamadığımı fark ettim örneğin. Kitaplar artık yavaş yavaş elektronik kitaba dönüşüyor. İnsanların yaptığı pek çok işi asla ve asla yorulmayan, acıkmayan, ihtiyaç molası vermeyen, uyuması, dinlenmesi gerekmeyen, yaptığı işten sıkılmayan robotlar giderek artan oranda devralıyor. Peki sonuç? Pek çok meslek yok oluyor, fabrikalarda insan emeği ile yapılan pek çok işi robotlar üstleniyor ve yok olan meslek dallarında çalışanlar ile işini robotlara kaptıranlar işsiz kalıyor. Bu insanlar hayatlarını idame ettirebilmek için bir şekilde para kazanmak zorundalar. Bir şekilde kendilerine gelir sağlamak zorundalar. Teknoloji nedeni ile işsiz kalan birkaç bin kişi olsa bir şekilde çözüm bulunabilirdi ancak onbinler, yüzbinler teknoloji nedeniyle işsiz kalacak. Hatta dünya çapında düşünülürse milyonlarca insan işsiz kalacak.
Yıllarca bir işi yapmış ve o alanda ustalaşmış bir kişinin işini kaybedip hiç de uzman olmadığı bir alanda iş bulması pek çok açıdan sarsıcı. Öncelikle ustalaştığı alanda kazandığı miktarda geliri acemi olduğu alanda kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu durum yaşam standardında dramatik bir düşüşe yol açacaktır. Böyle dramatik bir değişim şüphesiz insan psikolojisi üzerinde çok olumsuz etkilere yol açacaktır. Aynı zamanda benimsenmiş, özümsenmiş bir işi kaybedip tamamen acemisi olunan bir başka işe adapte olmaya çalışmak başlı başına bir stres kaynağıdır. Başarısız olma kaygısının yaratacağı gerilim yine insan psikolojisini olumsuz etkileyecektir.
Teknoloji şüphesiz yepyeni iş fırsatları ve iş alanları yaratmaktadır. Ancak genellikle bu alanlar teknik bilgi ve beceri gerektirmektedir. Örneğin en azından bir bilgisayar programla dilini bilmek, bir takıp bilgisayar programlarına ileri seviyede hakim olmak gibi. Genç ve dinamik nesil bu konulara hızlı bir şekilde uyum sağlayabilirken orta ve üst yaşlara doğru gidildiğinde uyum sağlama güçlüğü katılaşmaktadır. 50 yaşındaki bir kişinin oturup daha önce hiç ilgilenmediği, hatta ne olduğunu dahi bilmediği, JAVA, C gibi programlama dillerini, veya bilgisayarda resim ve video düzenleme, montaj ve efektleri nasıl yapacağını öğrenmesini ve bu alanda kısa sürede uzmanlaşmasını ne kadar bekleyebilirsiniz?
Teknoloji artan bir hızla gelişiyor. Eskiden on yılda gerçekleşen gelişim bir yıldan kısa sürede gelişebiliyor. Basit bir örnek verecek olursak, eskiden yüksek teknoloji ürünlerinin yeni modelleri yılda bir çıkarken artık yıl içinde iki üç yeni modelle karşı karşıya kalabiliyoruz. Hemen her yeni model uyulması gereken bir takım yenilikleri beraberinde getirirken aynı zamanda bir takım mevcut alışkanlıklardan ve uygulamalardan vazgeçilmesini de gerektirebiliyor. Bu baş döndürücü hıza ayak uydurmak hiç de kolay değil. Eskiden dedeler ve nineler torunlarını anlamakta zorluk çekerken artık anne ve babalar çocuklarını anlayamıyor. Hatta büyük kardeşler küçük kardeşlerini anlayamıyor.
İnsanın teknoloji ile imtihanı giderek zorlaşıyor. Umarım insanlık insanlığını kaybetmeden teknoloji ile uyum sağlamanın stabil bir yolunu bulabilir.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
2020 yılına girmeden hemen önce tanıtımı yapılan ve ülke genelinde büyük heyecan uyandıran yerli ve milli otomobillerimiz TOGG SUV ve sedan modelleri bilindiği üzere tamamen elektrikli araçlar olacaklar ve bilindiği kadarıyla herhangi bir içten yanmalı motorlu, yani benzinli ve dizel varyasyonu piyasaya sürülmeyecek. Yükselen akaryakıt fiyatları nedeniyle her geçen gün biraz daha pahalıya dolan depolar nedeniyle cebi yanan pek çok araç sahibi elektrikli bir araç alıp büyük ölçüde tasarruf edebileceğini düşünüyor. Ancak gerçekten elektrikli araç kullanmak gerçekten de tasarruf sağlayacak mı? Sağlayacaksa ne kadar sağlayacak. Sağlanacak tasarruf elektrikli otomobil almaya değer mi? Şimdi tüm bu sorulara cevap arayalım.

Öncelikle C segmentinde bir araç olduğu biline TOGG SUV için doğru kıyaslama yapabilmek için piyasadaki C segmentinde bulunan atmosferik motorlu SUV'leri karşılaştırmaya dahil etmek gerekli. Sedan versiyonu daha sonra piyasaya sürüleceğinden şimdilik sedan versiyonu için bir kıyaslama yapmayacağım. Ancak SUV için yapılan değerlendirmeler büyük ölçüde sedan otomobiller için de geçerli olacaktır.
Ülkemizde C segmentinde yer alan belli başlı SUV'ler Dacia Duster, Nissan Qashqai, Volkswagen Tiguan, Hyundai Tucson, Toyota C-HR, Peugeot 3008, Renault Kadjar, Honda CR-V, Ford Kuga ve Kia Sportage. Tanıtılan TOGG SUV'nin teknik özellikleri, tasarım, malzeme kalitesi ve işçilik gibi unsurlar üst düzeyde olduğundan listemizdeki araçlardan Nissan Qashqai, Volkswagen Tiguan'ı ele alalım.
Nissan Qashqai 1.5 dci motorlu versiyonu için ortalama karma yakıt tüketimi 3,8 lt olarak resmi internet sitesinde belirtilmiş. Volskwagen Tiguan 1,6 TDI motorlu versiyonu için bu değer 4,9 lt. En düşük yakıt tüketimi Nissan Qashqai'de olduğu için Qashqai ile kıyaslamaya devam edelim. 3.8 lt en ideal koşullar ve en ideal sürüş için geçerli bir değer olduğundan hemen hemen hiçbir sürücü bu değeri görmemektedir. Bu nedenle biz ortalama 4,5lt/100km varsayacağız. Motorinin litre fiyatı değişkenlik gösterse de yaklaşık 6.75 TL kabul edildiğinde 100km'yi 30,38 TL gibi bir yakıt maliyeti ile gitmek mümkün olmaktadır.
TOGG'a geldiğimizde işin rengi biraz değişiyor. Bilindiği kadarıyla TOGG tam dolu batarya ile 300km ve 500km yol gidebilen iki farklı versiyon seçeneğe sahip olacak. 300km yol gidebilen versiyon bilindiği kadarıyla 45kWh'lik bir bataryaya sahip olacak. Basit bir hesapla ile 100km'de 15kWh elektrik enerjisi tükettiği görülmektedir. TOGG'u evinizde şarj ederseniz mesken elektriğinden fiyatlandırılacağından ve elektriğin kwh fiyatı şu anda 0,7102TL olduğundan, 100km yol gitmenizi sağlayan 15kWh enejinin 10,65 TL gibi bir maliyeti olduğu görülmektedir. Ancak özellikle uzun yolda hızlı şarj istasyonlarında aracınızı şarj ederseniz, istasyonun elektriği ticarethane fiyatı ile fiyatladığını kabul eder ve üzerine kar payı koymadığını kabul edersek 15kWh enerjinin olası en düşük maliyeti 14,17TL seviyesine çıkmakta. Bu durumda en kötü ihtimalle dahi yaklaşık %50 düşük maliyetle 100km yol gidebileceğiniz görülmektedir. Ancak elektrik tüketiminde çıplak fiyatı esas aldık. Evinizdeki elektrik faturanızı incelediğinizde toplam tüketiminize ait tutarın üzerine eklenen vergi ve diğer kesintiler ile birlikte elektrik faturanızın salt elektrik tüketiminizden kaynaklı maliyetin iki katını aştığı görülmektedir. Haliyle yaklaşık 10 TL olan mesken şarj edildiğinde yolculuk maliyeti faturanızda 20 TL'den fazla bir artışa yol açacaktır. Ticarethane söz konusu olduğunda vergisel durum incelenmeli. Ticarethane elektriğinde meskenlerdeki vergi ve kesintiler aynen uygulanıyor ise dizel ve elektrikli araç arasında yolculuk maliyeti açısından anlamlı bir fark olmadığı görülür. Eğer ticarethane söz konusu olduğunda vergi ve kesintilerde avantaj varsa veya hızlı şarj istasyonlarına özel bir tarife uygulanırsa, elektrikli otomobilleri ev yerine hızlı şarj istasyonlarında şarj etmek çok daha karlı olabilir.
Elektrikli otomobillerdeki vergi avantajlarını da göz önüne almak gerekiyor. Öncelikle elektrikli araç alırken benzinli veya dizel araçlara göre daha düşük ÖTV ödeniyor. Aynı zamanda MTV söz konusu olduğunda da elektrikli otomobiller ciddi bir avantaj sağlıyor. Bununla birlikte elektrikli otomobillerin fiyatları genellikle benzinli ve dizel modellere göre çok daha yüksek fiyatlı oluyor. Yani alırken biraz fazla ödeme yapılıyor ancak zamanla hem kullanım maliyetindeki düşüklük hem de vergi avantajı ile sürekli kendini amorti eden bir araç olarak görmek mümkün. Elektrikli otomobiller çok daha az sayıda çalışan mekanik parçaya sahip olduklarından çok daha az tamir ve bakıma ihtiyaç duyacağını da göz önüne alırsak, kullanım maliyetinin benzinli ve dizel araçlara göre çok düşük olduğu görülmektedir.
TOGG SUV ve Sedan versiyonları kabul edilebilir fiyatlarla piyasaya çıkar ve fabrikanın inşaası ve araçların piyasaya sürülmeye başlandığı zamana kadar gerek meskenlerde ve gerekse yakıt istasyonlarında elektrikli araçlar için şarj altyapısı geliştirilir ise ülkemizde ciddi bir talep görmesi, kullanım ekonomisi ve vergi avantajları düşünüldüğünde kaçınılmaz görünüyor. Elbette elektrikli otomobiller için cazip finansman imkanları da devlet tarafından desteklenirse elektrikli araçlara olan talep daha da artacaktır.
Her yıl milyarlarca dolarlık petrol ithal ediyor oluşumuz ve mevcut dış ticaret açığımızın çok büyük bir bölümünün sırf petrol ithalatımızdan kaynaklanıyor olduğu da göz önünde bulundurulur ise elektrikli otomobillerin sürekli olarak teşvik edilmesinin ülke ekonomisi açısından gerekliliği anlaşılmaktadır. Sadece binek araçlar değil, görece yüksek miktarda yakıt tüketen, aynı zamanda havayı kirleten ve gürültülü çalışan şehir içi toplu taşımada kullanılan otobüs ve minibüslerin de elektrikli modelleri geliştirilse hatta bu alanlarda benzinli ve dizel motorlu araçların kullanılması zamanla tamamen yasaklansa güzel olmaz mı?
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Cep telefonu alırken insanların büyük bir bölümü ilk önce telefonların kamera özelliklerine odaklanıyor. Sosyal medyada daha güzel fotoğraflar paylaşmayı kim istemez? Değil mi? Haliyle bunu bilen telefon üreticileri de potansiyel müşterilerini ikna etmek için daha güçlü kameralara sahip telefonları piyasaya sürüyorlar. En son örnek ise Xiaomi Mi Note 10. Ön tarafta 32mp selfie kamerası varken arkasında tam 5 farklı kamera bulunuyor. Üstelik bu kameralardan biri tam 108mp. Peki mp, yani çözünürlük her şey mi? Elbette ki değil...

Öncelikle Xiaomi Mi Note 10'da en çok ilgimi çeken 108mp kamera değil de, telefonun arkasındaki 2mp makro kamera oldu. Küçük nesneleri fotoğraflamak için 108mp kamera ile biraz uzaktan çekim yapıp elde edilen görüntüyü büyütmek varken ilave bir kamera konulmasındaki amacı daha çok kamera daha çok satış mantığıyla hareket edildiği şeklinde yorumladım. Zaten makro fotoğraf çekmek ve çok iyi sonuçlar almak isteyenler bu iş için profesyonel makineler ve objektifler kullanırlar. Normalde insanlar makro fotoğraf çekimine genellikle ihtiyaç duymazlar, duyduklarında da ellerinde ciddi kalite kaybı yaşamadan oldukça fazla büyütebilecekleri fotoğraflar çekebilen 108mp'lik bir kamera zaten olacak değil mi?
108mp kamera ile çekilen fotoğrafların dosya boyutu devasa olacağından fotoğraf çekmeyi seven bir kullanıcı telefon hafızasını kısa sürede doldurabilir. Daha fazla mp daha fazla depolama alanı gerektirir. Neyse ki Xiaomi sd kart desteği sunarak kullanıcıların kolay çözüm bulabilmesini sağlamış.
Peki 108mp kamer aile Xiaomi çok mu başarılı. Yazının başında dediğim gibi, her şey mp değil. Youtube'da hemen Xiaomi Mi Note 10'u inceleyen ve hatta 12mp kameralara sahip iPhone 11 Pro ile kıyaslayanlar var. Çekilen fotoğrafları gördüğümde iPhone 12mp kamera ile çok daha kaliteli sonuç veriyor diyebilirim. Renkler, dokular çok daha gerçekçi. Ancak elbette 12mp kamera ile çekilen görüntüyü büyütmeye kalktığınızda 108mp ile kıyaslanamayacak kadar çabuk bozulmalar başlıyor. Burada telefon alacakların kendilerine sormaları gereken asıl soru şu, cep telefonunuzla çektiğiniz fotoğrafları en son ne zaman ve ne kadar büyüttünüz. Bilgisayarınıza masaüstü arka planı olarak ayarlamak için 12mp yeterli gelecektir örneğin. Ama kağıda basıp evinizin bir duvarına büyük bir tablo olarak asacaksanız 108mp'i tavsiye ederim. Ama böyle bir iş için DSLR kullanmak çok daha ideal bir seçimdir.
Ayrıca iPhone 11 Pro 60 fps 4k video çekim performansı ile işlemci gücünü ve yazılımsal uzmanlığını sergiliyor. Xiaomi ise ancak 30fps 4k video çekebiliyor. Üstelik görüntü sabitleyicisi kapalı. Eğer Xiaomi Mi Note 10 alacaksanız yürürken 4k video çekmemenizi şiddetle öneriyorum.
Xiaomi 108mp ile ciddi bir atak yapıyor. Ancak telefonlarda dosya boyutunu ve işlenecek veri miktarını ciddi oranda artıran, haliyle hem bellekte çok yer kaplayan hem de çok daha fazla işlemci performansı gerektiren yüksek mp kameralar yerine, telefonla fotoğraf çeken insanların bu fotoğrafları genellikle sosyal medyada paylaşacağı ya da dijital ortamda depolayacağı ortada iken, daha gerçekçi fotoğraflar sunabilmek adına iyileştirmeler peşinde koşulmasının çok daha yerinde bir strateji olacağı kanaatindeyim. Apple bunu iPhone'da başarılı bir şekilde uyguluyor. Ancak rakipleri mp yarışında yeni rekorlar kırarken 12mp'de kalması, hele hele selfie kameralarındaki iPhone 11 öncesine kadarki zayıf performansı da Apple'a yakışmıyor.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...
Eğer yeni bir telefon alacaksanız, yeterli ekonomik gücünüz var ve mevcut en yüksek teknolojileri barındıran en yeni ve en üst düzey, high-end bir cep telefonu alacaksanız dikkat! Eğer seçiminiz Android telefonlardan yanaysa kendinizi kısa bir süre sonra aldatılmış hissedebilirsiniz. Çünkü muhtemelen telefonunuzun android sürümü şanslıysanız en çok bir defa güncelleme alacaktır. Eğer şanssızsanız telefonunuzu aldığınız andaki android sürümü ile yeni telefon alana kadar kullanabilirsiniz.
Kullandığım son android telefon olan Samsung S3'ü daha piyasaya yeni sürülmüşken, o zamana göre hiç de ucuz olmayan bir fiyata almıştım. Yanlış hatırlamıyorsam android sürümü yalnızca bir defa güncelleme alan S3'ü Samsung android 3.4'te bıraktı ve yoluna devam etti. Bu blogta Samsung'u bu konuda sert şekilde eleştirdiğim yazıları kolayca bulabilirsiniz. Çıktığı zaman o dönemin en gelişmiş telefonlarından biri olan S3'ü aldıktan sonra android güncellemesinin çabucak kesilmesi ve uygulamaların yeni android sürümlerine göre güncellenmesi kısa sürede telefonun aşırı yavaşlamasına yol açmıştı. Hatta bazı uygulamalar artık android 3.4 sürümü ile çalışmadığından telefonumda bu uygulamaları kullanamaz hale gelmiştim. O dönem çözümü telefonu formatlayarak Custom OS kurmakta bulmuştum.
Custom OS ile telefonu uzun süre kullanmaya devam etsem de bu yöntem hem herkesin üstesinden gelemeyeceği kadar karmaşık, hem telefonunuzdaki üretici tarafından özelleştirilmiş yazılımlar gerektiren bazı donanım ve özellikleri kullanılamayabildiğinden hem de kuracağınız Custom OS'un ne kadar güvenilir olduğu bilinemediğinden uzak durmanızı öneriyorum. Çünkü sırf kullanıcıların kişisel verilerini ele geçirme amacıyla Custom OS hazırlayanlar bile olabilir. Böyle bir telefonda bankacılık uygulamalarını kullanmak kesinlikle ateşle oynamak gibi olduğundan çok dikkatli olunması gerekir.
O dönem büyük bir hayal kırıklığı ile Samsung'u suçlamış olsam da, internette karşıma çıkan bir grafik diğer üreticilerin de bu konuda Samsung'tan çok da iyi olmadıklarını gösteriyor. Android telefon üreticileri o kadar çok sayıda farklı özelliklere sahip telefon modellerini piyasaya sürüyorlar ki tüm enerjilerini sürekli yeni ve farklı özelliklere sahip telefonlar geliştirmeye harcıyorlar. Mevcut ürettikleri sistem özellikleri son derecede güçlü, donanımsal olarak adeta birer canavar olan en üst düzey telefonlarını bile piyasaya sürdükten sonra bu nedenle yazılım açısından unutuyorlar. Yani telefonlarını alanlara "Biz yeni model çıkardık gidin onu alın" diyorlar.
Android dünyasında durum böyle iken Apple çok daha farklı bir strateji izliyor. Apple öncelikle Android telefon üreticileri gibi aynı anda çok sayıda farklı telefon modelini piyasaya sürmüyor. Genellikle bir baz model ve bir adet de plus versiyonu ile yetiniyor. Donanım özellikleri açısından Android üreticilerden bazı açılardan geride kalabiliyor. Ancak yazılım, donanım yazılım uyumluluğu ve çalışma verimliliği açısından rakipsiz. Ayrıca ürettiği telefonlara uzun yıllar sistem güncellemesi desteği sunuyor. Örneğin en son iOS 13 güncellemesi geldiğinde Apple 2014 yılında piyasaya sürdüğü iPhone 6 ve iPhone 6S modellerine destek vermedi. Ancak iPhone 6 ve 6S sonrası tüm modeller güncelleme aldı. Yeni iPhone alan bir kişi yaklaşık 5 yıl boyunca sistem güncellemesi almayı bekleyebilir. Android dünyasında ise bu süre bir yılı geçmiyor. Bu durum iPhone 7 ve sonraki modellere sahip olanların en güncel uygulamaları gönül rahatlığı ile telefonlarında kullanabilmelerini sağlıyor.
Android telefonlar çok güçlü donanım özelliklerine sahip olsalar da kısa sürede Android sürümleri eski kalacağından ve tüm uygulamalar güncel android sürümüne göre güncelleneceğinden yazılımsal uyumsuzluklar nedeniyle sorun çıkarmaya başlıyor. Yavaşlama, takılma, donma, hızlı şarj tüketimi gibi pek çok problemle kullanıcısına saç baş yoldurabiliyorlar. Bugün 10 bin TL ve hatta üzerinde bir tutarı ödeyerek aldığınız bir telefon en çok bir yıl sonra tadınızı kaçırmaya başlıyor.
Hangi üreticinin telefonlarına ne kadar güncelleme desteği sunduğunu aşağıdaki grafikte görebilirsiniz:
Grafikten de görüleceği üzere piyasaya hakim markalar adeta dökülüyor. Ülkemizde başarılı bir reklam kampanyası yürüten OPPO'nun eski telefonlarına güncelleme sağlama oranı %10, LG ise OPPO'dan bir tık daha iyi ama hemen hemen aynı. Samsung'da oran %20'lerde kalıyorken ABD ile başı dertte olan Huawei %40'lar seviyesi ile Samsung'u ikiye katlıyor. Lenovo %50 seviyelerine ulaşan ilk marka ve şaşırtıcı şekilde yine bir Çin'li marka olan Xiaomi %60 ile ikinci en iyi. Birinciliği ise bir zamanların efsane markası olan Nokia %90'ın üzerinde bir orana ulaşarak açık ara göğüslüyor. Nokia'nın iflasına neden olan Android işletim sistemine en çok güncelleme sağlayan marka olması da dikkat çekiyor.
Nokia artık piyasada hakim olmasa da ürettiği telefonların %90'ından fazlasına android güncellemesi sağlamış olması ile diğer android telefon üreticilerinden pozitif ayrışıyor. Muhtemelen bu durum güncelleme konusunu rafa kaldıran piyasaya hakim markalar karşısında bir pazarlama stratejisinin sonucu. Eğer android kullanıcısı iseniz ve güncelleme sizin için önemli ise Nokia sizin tercih etmeniz gereken tek marka olarak görünüyor.
Apple tarafında ise grafiğe gerek yok. 2014 yılında iPhone 6 ve 6S iOS 8 ile gelmişti ve en son iOS sürümü olan iOS 13'e kadar güncellemeleri aldılar. Yani iPhone 6'yı 2014 yılında iOS 8 ile alan ve halen kullanan bir kullanıcı şu anda iOS 12'yi kullanıyor.
Daha fazlası için http://catlakprofessor.blogspot.com/ sitesini ziyaret edebilirsiniz...