Magenta
17 Oct 2024 11:55 AM (6 months ago)

Büyük Usta, önündeki devâsâ tuale son rötuşlarını yapıyor...
Önündeki dev palete göz atıyorum. Hemen hemen boşalmış gibi. Yeşili çoktan sıyrılıp bitmiş
kalıntıları belli belirsiz, kurumuş, maviler canlılıklarını kaybetmiş, griye dönüşmüş, sarılar,
morlar, turuncular, birbirine karışmış, azalmışlar ama öyle bir kaynaşmışlar ki tuvaldeki dev
manzarayla yarışıyorlar adeta.
Büyük Usta samur fırçasını magenta kırmızısına daldırıyor ve sonbaharın en sadık, en kalıcı,
en bilge ve en zarif dokunuşlarına başlıyor. "İşte en sevdiğim fasıl" diyorum yüksek
sesle " ve bakmaya doyamadığım renkler..." Ustam da gülüyor. Küçük, sihirli fırça
darbelerini hayranlıkla izliyorum. Renklerin arasına dalıp yok oluyorum bir süre.
Kendime geldiğimde, ustanın başka bir dev paletin içinde titanik beyazını dev spatulasıyla
karıştırmaya başladığını görüyorum. Sonra üzerine bol beyazlı yeni büyük resim yapılmak
üzere bir kenarda bekleyen boş dev tual ilişiyor gözüme.
Keyfim kaçıyor. "Bunun için erken değil mi" diyorum en sitemkârane ses tonumla.
Önce ciddi bir biçimde işine devam ediyor. Can sıkıntısıyla tam ayrılıp yürümeye
koyulacakken muzip bir tavırla ufak bir fırçayı beyaz boyaya batırdığı gibi
saçlarıma sürüveriyor. Birlikte gülüyoruz. Şakacıktan yakınıyorum her sene biraz daha
bol beyaz kullanıyor diye. Göz kırpıyor. Bu kez daha küçük bir fırçayı koyu renk bir
karışıma daldırıp gözlerimin etrafına minik çizgiler çiziyor, yanaklarıma gölgeler yapıyor.
Ben çığlıklar, kahkahalar atarak kaçarken o büyük samur fırçasını magenta kırmızısına
batırıp tualdeki son ışıltılı süslemelerine devam ediyor....
Esen soğuk rüzgâr beni bir-kaç dakika ile sonsuzluk arası bir zaman diliminde
içinde kaybolup gittiğim bu gönüllü sanrıdan çekip alıyor. Buz kesmiş ellerimle
telaşla camı kapamaya çalışırken merakla parka bir göz atmaktan da kendimi
alamıyorum.
Yer yer gözüme çarpan kırmızılıklar ışıltılarıyla adeta göz kırpıyorlar.
Huzur, kaşmir- ipek karışımı bir şal gibi yumuşacık, sıcacık tüm vücudumu sarıyor...
Kapı Karşı Komşum
28 Aug 2024 3:09 PM (8 months ago)

Nural Hanım
Doğum günümdü. Alt komşum telefonda 73 üncü yaşımı kutladıktan
sonra kötü haberi verdi. Çok üzgündü. İnanamadım. Nasıl olur..?
Kapı karşı komşum Sevgili Nural Hanım vefat etmiş..
10 yıldır yazlık eve her gelişimde önce hoşgeldine gelir, sonra makul
aralıklarla, bir saat öncesinden haber vererek, kendisine özen göstererek, takıları ve
misafirlik terlikleri ile kapıyı çalar nazikçe süzülürdü içeri. Benden biraz büyüktü
ama vücudu benden daha dinç ve fit, hafızası, bilinci, benden çok daha iyiydi.
Hayata pozitif bakar, hep anlayışla yaklaşırdı olaylara. Albay eşi, doktor kızı ve
damadından, geçmişten, torunlarından bahseder, biraz gündelik, siyasi olaylardan
konuşurdu. Kahve içer, dondurma yer, vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık.
Keşke düşüp kemiğini kırmasa, o uğursuz ameliyata girmek zorunda
kalmasaydı.
Bu son günlerde, kapımı her açışımda, sahipsiz kalan bir çift kırmızı terliği
ve hep kapalı duran kapıyı gördükçe keyfim (varsa) kaçıyor, kendimi süratle
merdivenlere atıyorum.
Kaybettiğim ilk kapı karşı komşumsunuz Nural Hanım.. Sizi özleyeceğim..
Adınız gibi nurlar içinde yatın.
Ve Diğerleri
Kapı karşı komşuları çok özeldirler. Hep gözümüzün önündedirler.
İstanbul' un muhtelif semtlerinde oturduk. Fatih' te Nedimaanım teyzenin
böreklerini unutamam. Dört kardeş taşındığımız Ataköy' de Meral ablamız bize
birçok konuda yardımcı olurdu. Hiç unutmuyor hep minnetle hatırlıyorum, yazın
seyahate çıkarken onlarda keyifle izlediğimizi farkettiği için sırf 1970 Münih
Olimpiyatlarını seyredelim diye (o zaman bizim televizyonumuz yoktu) evin
anahtarını bize bırakmıştı. Yine Ataköy de bir başka blokta Diyarbakırlı Hacer
Ablamız çiy köftenin acısını sevdirmiş, Kazasker'de Karadenizli komşumuz
her fırsatta ilginç Karadeniz yemekleri tattırmıştı. Kuyubaşı' ndaki kapı karşı
komşum, ben yalnız yaşıyordum, kahvaltıya çağırır çöpçatanlık yapmaya çalı-
şırdı.
Tüm kapı karşı komşularıma selam olsun.. Ölenlere rahmet, yaşayanlara
selamet diliyorum.
Hep sevgiyle kalalım..

Bir açıklama ve bir özür.
Medyada bir kaç kez yaşamını kaybettiği haberleri çıkınca ve çok ciddi hasta olduğunu
bildiğimden araştırma gereğini duymamışım. Buna üzüldüm, hala hayatta olduğuna
ise çok sevindim.
Bu yazıyı 2009 yılında yayınlamıştım. Umarım kendisini yeniden meclis kürsülerinde
görürüz diyerek, dostlarımı yanılttığım için özürlerimi bildiririm.
Dezenformasyonun hem kurbanı hem de bir parçası olduğum için çok kızgınım.
|
Bir filmden bahsetmek istiyorum.
Orijinal adı "Mr. Smith Goes to Washington."
1939 da Yönetmenliğini İtalyan asıllı Amerikalı yönetmen Frank Capra' nın yaptığı, kendisine "en iyi yönetmen" Oscar adaylığı getiren film. Baş rollerinde James Stewart, Jean Arthur var.
Ben ilk defa TRT' nin ilk zamanlarında onunla birlikte şimdi arşivimde de bulunan İt Happened One Night, İt's a Wonderful Life ve şimdi hatırlayamadığım başka filmlerini izlemiştim.
Frank Capra, o tarihlerde bizim son derece sıra dışı bulduğumuz bir yönetmendi. Şimdilerde tekrar izleyince beni hiç de heyecanlandırmasalar da (diğer Amerikan Rüyası tarzı filmlerin sadece akıllıca versiyonları) Wonderful Life' de yine gözyaşı döküp, Mr.Smith 'i eğlenerek izleyebiliyorum.
Gelelim Mr. Smith'e...Konu şöyle: Jefferson Smith küçük bir kasabada oymak başı idealist bir gençtir. O kasabadan senatoya yükselen, Jefferson'un kendisi gibi idealist gazeteci babasının arkadaşı bir senatör tarafından Washington' a götürülür. Amaç, çoğunluk diğer üyeler gibi sermayeye hizmet eden, bir sürü yolsuzluğa bulaşmış, ölen bir senatörün yerine bu genci getirip ona her istediklerini yaptırmaktır. Ama olaylar farklı gelişir, saf Mr.Smith, kurtlar sofrasında şiyasetçilere karşı dürüstlük savaşı verir ve tabii kazanır. Sinema ile ilgilenenler bu filmi ve diğer Capra filmlerini mutlaka biliyorlardır.
Bu filmin bu günlerde ve zaman zaman aklıma gelmesinin sebebini an

latabilmem için onun çarpıcı final sahnesinden bahsetmem gerekiyor.
Yerine geçtiği senatörün çevirdiği dolapları farkeden Smith bunu senatoda söz alıp anlatmaya her kalkışında bir şekilde sözü kesiliyor, çeşitli manevralarla susturuluyor, konuşması engelleniyor. Araştırmaları sonucu, diğer üyelere sözü kaptırmamak için hiç kimseye söz vermeden ve yerine oturmadan konuşması gerektiğini öğreniyor ve o da onu yapıyor. Sabaha kadar, sesi kısılana dek konuşuyor konuşuyor. Bu arada beklediği haber geliyor ve yolsuzluk ortaya çıkıyor.

Bu günlerde Mr.Smith'i sık sık düşünmeme neden olan biri var. Bağımsız Tunceli Milletvekili Kamer Genç. Üslubuna ve tarzına çok kızsam da artık böyle şeyleri aramanın da bir lüks olduğunun bilincinde, inadına, mücadeleci ruhuna, açıksözlülüğüne de hayran olduğumu belirtmeden geçemiyeceğim.
Bir kere temsil ettiği yöreye hizmet götürmesini biliyor.

Duyduğum kadarıyla Milletvekili maaşını (bir kısmını) muntazaman öğrenci okutmak için harcıyor.
Mecliste, bir "Don Quijote" cesaretiyle tek başına muhalefet yapıyor.
Zaman zaman TBMM'ni karıştırsa da, atasözlerini bir türlü toparlayamayıp tamamlayamasa da, üslup konusunda çoğu zaman
kantarın topuzunu kaçırsa da yüzümüzü güldürüyor.
Hem de her bakımdan...
Sevgiyle kalın...

Akşamlar inerken mavi sulara
Bir kırık cam olur ufukta güneş
Vecdine layık o hülyalı bakışlara
O hem bir neşedir hem de elem ruhlu eş.
Geceler sarınca mor etekleri
Hisli bir kavalla hıçkırır dağlar
Serpilir semalara ziya benekleri
Kimsesiz kalan sahilde dalgalar ağlar
Asuninon hızla Asu nine olmak yolunda ilerlerken,
geride kalan herkesi, her şeyi, olayları insanları,
dostları düşmanları, hasımları hısımları
keyifleri kederleri, sevgileri, hüsranları,
hataları sevapları, şekilleri şemalleri, yüzleri
mekanları, adresleri, korkutucu bir hızla
unutmaya koyulduğum bu sonu belirsiz günlerde;
düşünüyorum da;
Tam altmış yıl önce
o iki tarafı ağaçlıklı taşlı topraklı, mis kokulu yolda
el ele uyumla ve dudaklarımızda bu şarkıyla
yürürken,
yanımız sıra uzayıp giden derenin şırıltısını,
yaprakların hışırtısını, kuşların cıvıltısını
cırcır böceklerinin cırıltısını
gökyüzünde bizimle yürüyen ayın
deredeki ışıltısını, ve;
elimi sımsıkı tutan elinin sıcaklığını
asla unutmadım.
57 yıl sonra bir kez daha özlemle....
Nurlar içinde yat babam...

Geçenlerde kızkardeşlerin en tatlısı elinde devasa bir poşetle kapımdan içeri girdi.
Yüzündeki maskenin sıkıntısı, çok seyrek sokağa çıkmanın şaşkınlığı, ilâveten ağır
yükünün sebep olduğu yorgunluğun ıstırabı ile kendisini koltuğa bırakıverdi.
Tüm bu olumsuzlukların arasında ben, her zamanki gibı nefes nefese 5 dakika ve üzeri
bir zaman homurdanmasını izlemeye hazırlanmışken yüzündeki muzip, sevimli ve sabırsız
ifadeyi görünce şaşakaldım..
Sık nefeslerin arasında başıyla poşeti işaret ederek " bak bakalım " dedi. Poşetin içine bir göz
atayım dedim. Önce ne olduğunu anlayamadım. Dikkatle beni bekliyordu. Sevineceğımden
emin bir ifadeyle gelecek ânın keyfini çıkarmak üzere sabırsızlıkla bekliyordu.
Dikkatli bakınca birbirine yapışarak kalıp gibi duran şeylerin ne olduğunu anladım ve... gözlerime
inanamadım. Plâklarımız...45 likler..long playler..kaybettiğimizi sandığımız, çok
arayıp hiçbirimizin bulamadığı plâklarımız.. Ağabeyimin vefatından sonra bir şekilde
Rayuş' a ulaşmış, o üzüntü ve telaşın arasında bir yerlere derinlere kaldırılmış ve
unutulmuşlar. Sevinç çığlıklarıyla benim kitaplıklardan birinin üzerine dikkatlice
yerleştirdik. Ne var bunda sevinecek, youtube da arayıp da bulamadığınız müzik
mi var denebilir. Ama öyle değil işte. 65 lerden itibaren çoğu da 65-75 yılları arasında
aramıza katılan bu sararmış nesnelere şöyle bir bakmakla veya parmak ucuyla
dokunmakla birlikte gözümüzün önüne üşüşüveren, yüreğimizi titreten anıları
yok saymak olur mu.
Birkaç gün önce, sipariş ettiğim retro pikap elime ulaştı. Hemen bizimkine haberi
muştuladım. Dün heyecanlı bir şekilde girdi kapıdan içeri. Kendi kendime söz
verdiğim gibi kargo paketini birlikte açtık. Ayarlar yapıldı. Mantovanni' yi
bir güzel sildik temizledik. Umutsuzca ve dikkatlice iğneyi plâğa dokundurduk.
Korktuk çünkü çoğu yarım asırdan fazla bir zaman önce alınmıştı ve hemen her
gün akşamları iş dönüşü, tatil günlerinde dostlarla birlikte olmak üzere
fazla fazla dinlemiştik.
Derken odaya o şahhaaane kemanların önce hafiften başlayan yumuşacık sesleri
doluverdi . Pırıl pırıl tertemiz..Her notasını her kıvrımını, her ritmini bildiğimiz
melodilere coşkuyla, büyük mutlulukla eşlik ettik. Benim 18 onun 13 yaşındaki
Ataköy günlerimize gittik. Keyifli nağmelerde o günlerde yaptığımız gibi kalkıp
zıpladık hopladık. Tango yaptık. Birbirimizi ittik kaktık evirdik çevirdik.
Sonra nefes nefese kalıp oturduk. Canımla birlikte, yanımızda hissettiğimiz diğer
canımızı andık uzun uzun. Hep birlikte müzik dinledik, sohbet ettik. Yeşil çımlere
bakan balkonumuzda, onun özenle hazırladığı yemekleri yedik müzik eşliğinde.
Yanyana çiçekli örtülü, kenarı fırfırlı silindir yastıklı 3 somyada uzanıp birbirimize
kitaplar okuduk yüksek sesle.
Çok ama çok mutlu bir gündü. Asla programlanmadı planlanmadı ama denk
geliverdi işte. Hiç şaşırmadım. Niyeyse..
Fiziki yokluğunun 20 senesi bitmiş dün. Ama hep yanımızdaydın ve hep yanımızda
olacaksın canım ablam.
Hemen her gün de rüyalarımdasın tüm hoşluğunla...
TANRININ RAHATSIZLIĞI
18.Yüz yılın ortalarında ... (1788 - 1860)
*Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu.
Çünkü dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar.
Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattıği şeyi göstererek ona şöyle bağırmak
hakkımızdır: " Bunca mutsuzluğu ve bu üzüntüyü ortaya çıkarmak uğruna,
hiçliğin, sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın? "*
Arthur Schopenhauer
19. Yüz yılın ortalarında... (1861- 1941)
*Uzaktan ölümün şamatasını duyuyor musun?
Ateş selleri ve zehirli bulutların arasından gelen bağırmayı, gemiyi
adlandırılmamış bir sahile çevirmesi için kaptanın dümenciye seslenişini
duyuyor musun?
Zira vakit gelmiştir.
.............................
Dünyadaki bütün kara fenalıklar onların sıralarından taşarak aştı.
Yine de, ruhlarınızda kederin takdisi ile yerlerinize geçiniz.
Kimi kabahatli bulabilirsiniz ki, kardeşler?... Başlarınızı aşağıya eğiniz.
Günah sizin ve bizimdir.
Asırlardan beridir, Tanrı' nın kalbinde çoğalan hararet; zayıfın kahpeliği,
kuvvetlinin küstahlığı, şişman refahın oburluğu, gadre uğramışın adaveti,
( düşmanlığı,) ırkın gururu ve insana hakaret; bora şeklinde gazaplanıp Tanrı' nın
huzurunu parçaladı.
Böbürlenmek ve zemmetmek ( kınamak) şamatasını kesiniz.*
.....................................
Rabindranath Tagore
SEN VE DİĞER İNSANLAR
SCHOPENHAUER' DEN "KABUK" ÖNERİLERİ
*Kalbin gerçek, derin barışı ve tüm ruhun huzuru sadece yalnızlıkta bulunur.
*Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir
eğlenceye sahiptir.
*İnsanları tanıdığımdan beri hayvanları severim.
*Önemsememek önemsenmeyi getirir.
*Gençliğin en başta gelen öğrenimlerinden biri yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalı;
yalnızlık mutluluğun, ruh dinginliğinin kaynaklarından biridir çünkü.
*Birisi sizin için gerçekten çok değerli ise, bunu ondan sanki bir suçmuş gibi gizleyin.
Bu hoş bir şey değildir ama doğrudur. Çünkü, bırakın insanları, köpekler bile
büyük dostluklara katlanamazlar.
TAGORE ' UN "KABUK " ÖNERİSİ
*Düsünüyorum da,
sanirim en büyük korkumuz oldugumuz gibi görünmek.
yumusacik kalbimizin fark edilmesi,
naif yönlerimizin kesfedilmesi,
cesaretsizligimizin anlasilmasi,
korkularimizin paylasilmasi
sanki zarar görecegimizin en büyük isareti.
kabuklarimizin altinda
kendimizi saklamakta ne kadar da ustayiz.
ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarimizin ardinda.
hissedilmeden, el degmeden, sevgimizi göstermeden.
istiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
kirpiler ve kaplumbagalar gibi.
sahi koruyor mu bizi bu çatlamamis sert kabuk?
kimse incitemiyor mu duygularimizi, inançlarimizi, benligimizi?
yoksa zarar mi veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
hissettiklerimizi gölgeliyor, yansitmiyor mu gerçek kimligimizi?
duygularimizi bastiriyor, el ele tutusmamizi engelliyor mu?
eger bir yildiz gibi isil isilsam ve bir yildiz kadar parlak.
ne çikar atesböcegi sansalar beni.?
.................................................
oysa bir görebilsek bunu.
kalmadi böyle insanlar demesek.
güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
kirilmaktan korkmasak.
incinsek, yaralansak.
ne olur bir darbe daha alsak.
yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabugu.
denesek.
risk alsak.
yanilsak.
fark etmez.
tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
ve kucaklassak yeniden.

Uzun uzun yürüdükten sonra yorgun argın evime ulaştım. Ayakkabılarımı antredeki
dolaba bırakıp hemen banyoya geçtim, uzun uzun ellerimi sabunladım ve kirlenen
havluyu kirli sepetine bıraktım. Salona geçip televizyonu açtım. Gazeteci siyasetçı
karması, bize akrabalarımızdan da yakın bir grup, yine aynı sözcüklerle aynı konuları
tartışmaktaydı. Amarika PKK ile ticari anlaşma yapmış. İstanbul Sözleşmesi aile kavramını
yıpratmış. "Ben istihbaratçıyım ama türkçeyi de çok güzel konuşurum" diyen bir zat
"konunun koncuktürel olarak ele alınması gerekli" şeklinde bir saptamada
bulundu. Biraz dinlendikten ve mutfağa geçip aldıklarımı ilgili yerlere bıraktıktan
sonra kendime yemek hazırlamaya koyuldum. Tencereyi ocağa bıraktım. İçine
bıraktığım yağ ısınınca önce soğanları sonra sırasıyla diğer malzemeleri bıraktım.
Sonra yemeği pişmeye bırakıp balkona geçtim. Niyetim birşeyler yazmaktı. Hevesle
bilgisayarın başına geçtim. Hevesle diyorum çünkü konsantrem yerindeydi.
Tam yazmaya başlayacakken zil çaldı. Arkadaşımın kızı. Annesi çok sevdiğimi
bildiği bir yemeği kızıyla yollamış. Kabı mutfak fayansının üzerine bırakıp kızı
balkona aldım. "Nasılsın Yıldız' cım ?" "İyii??" "Evdekiler nasıllar? " " İyii??"
" Allah iyilik versin. " Dolaptan dondurma kutusunu çıkardım. Ben kâselere dondurma
bırakırken o da Pupa' yla oynuyordu. "İyi korkmuyorsun Pupa biraz asabi
bir kedi. Annen çekinir bu yüzden" " Ben kedileri severim kii. " " Ne güzel ..."
Ben boşalan kâseleri mutfağa götürürken telefonu çaldı. " Hayır evde değilim. Üst
katımızdaki Asuman Teyzede toplantıdayım. " Birazdan eve geçcem. Ben sinemaya
geçelim diyorum ama istemezsen bizim mekâna geçeriz." Yüzü biraz pembeleşmişti.
" Yeni erkek arkadaşın galiba. " Evet çok tatlı biri. Bir aydır çıkıyoruz. Hem çok
yakışıklı hem çok komik. Aynı zamanda benim her konuda destekçim " O çok
rahat anlatınca ben de çekinmeden sordum. "Seviyor musun onu? " Yok Asuman
Teyze benimkisi sadece hoşlantı." "En çok nesinden hoşlanıyorsun ?" "Hiç yalan
söylemiyor. Nişanlımdan çok yalan söylediği için ayrılmıştım biliyorsun " " Ya evet,
annen olanlardan bahsetmişti. " Artık erkek arkadaşlarımda aradığım en önemli
şey doğruluk.. Doğruluk en büyük erdemliktir. "
O gittikten sonra ilgi isteyen Pupamla salonda bir küçük toplantı yaptık. Daha sonra
ben yeniden yazmak üzere balkona geçip, PC. min başına oturdum.
Heyhaaat...!!! Ne hevesim ne konsantrem ne de motivem kalmıştı.
Bilgisayarı kapatıp kitabımı okumaya başladım. Akşam yaklaşınca hava serinlemişti.
Yatak odasına geçip gardolaptan kendime bir şal aldım.
Okuduğum kitap felsefik bir eserdi. Son zamanlarda ilgi alanım felsefe. Biraz okudum.
Esnemeye başlayınca onu da bırakıp uyumaya karar verdim. Telefonumu şarza takıp
yatak odasına geçtim. Komidinin çekmecesinden geceliğimi alıp giydim. Lavobaya
geçip dişlerimi fırçaladım. Islanan fayansı kopardığım selpakla kuruladım.
Uyumak üzere yatak odasına geçtim.
İyi uykular Türkiyem...!!!
Tecavüzcülerin, katillerin, fetöcülerin ilk duruşmadan sonra salınıverilip, bazılarının hiç
sorgulanmadığı, hepsinin ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştığı bir zamanda
birileri, çok iyi niyetlerle, koruma amacıyla (!) beni ve yaşıtlarımı evlerimize
kapatıverdi. En unutmaya çalıştığımız zamanda, başımıza vura vura yaşlarımız
hatırlatıldı. Gençler işlerinde güçlerinde yorgun argın çalışırken biz düzenli yürüyüşlere
çıkıyor, sabah kahvaltılarımızı keyifle, genellikle dışarıda yapıyor, öğlenleri şık
şıkırdım giyinip bakımlı ve keyifli bir şekilde sahillerde balıklarımızı yiyorduk.
Çocukları evlendirmiş, kocaları başka dünyalara uğurlamış ya da bir köşeye
sindirip oturtmuşken, tam özgürlüğümüzü tamamen ele geçirmişken ve kıymetini
anlamışken, otoritenin iyi niyetli eli uzandı, bizleri pamuklara sardı ve en yumuşak
sesiyle şöyle dedi:
" Dedelerimiz...Ninelerimiz... Sizler yaşlı ve korunmaya muhtaç kişilersiniz. Zaten
çoğunuz hastasınız. Corona sizi hammm eder. Artık sizler evinizin en mutena
köşesinde oturacaksınız. Bizler sizlerin eli-ayağı, gözü-kulağı, ağzı-burnu ve daha
birçok uzvu olacağız. Sizi çok seviyoruz. Ama asla ve asla bir adım bile dışarı
çıkmanıza izin vermiyoruz. Sevgimiz saygımız sonsuz olsa da, şakamız yok
cezalarımız da amansız. Sakın ha çıkayım demeyin zamansız...! "
Böylelikle, değerli ve keyifli ikinci, hayır üçüncü, yoksa dördüncü mü ( her neyse
bahar bahardır kaçıncı olduğu kimseyi ilgilendirmez ) baharımız ansızın kışa
dönüşüverdi.
Genel durum böyle...
Bana gelince bu, bana hiç yabancı olmayan bir yaşam tarzı aslında. Evimi severim.
yalnızlığı severim. Ama gelgelelim, hastalığı hele de yalnızken hiç sevmem.( Hayret! )
Hele de pandemi boyutunda, şakası olmayan, nereden geleceği bilinmeyen, tedavisi
belirsiz bir illet ise...
Bir sürü ölüm, bir sürü ihtilal, üçü büyük bir sürü deprem, kıbrıs çıkartması,
çatışmalar, tartışmalar, kalkışmalar derken, "bu da mı gelecekti başımıza" dedim ve
kaderime boyun eğip oturdum.
Zaman geçince, başlardaki korkumu yenerek, her zamanki gibi yalnız yaşamıma
devam etmeğe kendime farklı meşgaleler aramağa başladım.
Tabii bir alışverişe bile çıkamamak, rutin dost toplantılarını yapamamak, standart
bakımları yaptıramamak gibi can sıkıcı durumları da eklemek gerekir.
Biraz okudum. Televizyon izledim. " Survivor" u her zamanki gibi takip ettim.
Yayınlandığı zaman hiç ilgilenmediğim yerli romantik komedilerinin tekrarının
( Yerlisini, yabancısını hiç sevmem ) üçünü birden eş zamanlı olarak izledim.
Bu, çok eğlenceliydi. Baş rollerde şortlu uzun beyaz bacaklı üç güzel kız,
o kızların biri genellikle topluca üç beyaz uzun bacaklı, şortlu ( üçü de yaz dizisiydi
zannımca ) kankası, ( çoğu zaman bu hangi dizideydi diye düşündüğüm, ) üçü de mavi
gözlü, yapılı ve havalı üç delikanlı, onların da daha az yapılı orta boylu arkadaşları,
oğullarının ve kızlarının yanında kızkardeşleriymiş gibi duran botokslu anneleri, ve
olmazsa olmaz hatta ( biri iki dizide de aynı anda oynayan ) akıllara seza nev-i
şahsına münhasır bir şaklaban erkek tipi. Varlığıyla fena halde sinir bozucu,
yokluğuyla hiç bir şeyin değişmeyeceği garip tipleme. Konu (ları) şöyle, adeta
bir beyaz kâğıda tek bir senaryo yazılmış, iki fotokopi kâğıdıyla iki beyaz kâğıtla
üçleşmiş, yürek hoplatan bir romantizmle bezenmiş üç dizi. Kalbim çarparak izledim.
Bu eski yaz dizileri, emeği olan herkese minnetarım, tam amansız yaşımın moduna
otorite eliyle sokulmaya çalışılırken, beni aldılar, taaa 17 yaşıma yeniden getirdiler.
( Götürdüler demiyorum dikkatinizi çekerim. Zaten oradaydım çünkü...)
Sevgiyle ve keyifle kalın..

Altmışların ortaları....
Annem hariç, hepimiz ergeniz. Biz tam ortasındayız. Rayuş da biz
ne yaşarsak onu yaşıyor. Biz neyi seversek onu seviyor. Duygusal anlamda bizim kadar
ergen. Aslında çocuk.
Radyoda bangır bangır yabancı müzikler çalıyor. Başka hiç bir şey dinlemiyor ve
dinletmiyoruz neredeyse. Hafta sonları bizde kalan küçük teyzem dünya listeleri yüzünden
çok sevdiği Türk Sanat Müziğine hasret. Annem mahcup, arada kalmış vaziyette.
Çocuklukta Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Nev' eser Kökdeş' lerle keyifle geçen
hafta sonları, ders çalışırken radyoda hafif hafif çalan Muzaffer Sarısözen korosu, Pazar günleri
dinlemeye alıştığımız fasıllar, hepsi hepsi unutulmuş. Ergen bünyeler hain bir bencilliğin
pençesindeler. Dediğim dedik çaldığım düdük durumları. Bi üstten bakmalar, bi "sen
müzikten ne anlarsın" halleri. "Dünya bunları dinliyor haberin var mı" tripleri.
"Aaaaa...' A place where no one goes' birinci bu hafta. Ben söylemiştim."
Siera radyo sonuna kadar açık . The Four Pennies aslanlarını coşarak dinliyor,
başından sonuna her kelimesine eşlik ediyoruz. ( Hâlâ her kelimesi ezberimdedir. )
Bu durum listenin diğer dokuz şarkısı için de geçerli. Marino Marini' nin "Perdoname" si
Adamo' dan "Tom be la neige" Gigliola Cinquetti' den Non Ho' leta içimizi titretiyor,
The Monkees 'in " I'm a believer" iyle, Los Bravos' un "Black is Black" iyle coşup kuduruyor,
Scott Mc Kenzie'nin "San Fransisko" sunu, Petula Clark' ın Downtown' ını onlarla
birlikte söylüyoruz.
60 lar böyle sürüp giderken, okullarda folklor oyunları yeni yeni popüler olmaya
başlıyor. İşine aşık bir hoca çok güzel ve yetenekli kızlarımızı özenle hazırlıyor.
Lisenin (Fatih Kız Lisesi) yıllık geleneksel etkinliğinde harika bir gösteri yapan
ekip bizi folklor oyunlarına hayran kılıyor. Her yörenin ritmi, müziği, kıyafetleri...
Hareketlerin birliği, uyumu, estetiği.. Gözümüzü alamıyoruz.
"Ne güzel danslar bunlar böyle... "
O günlerden birinde boş dersimize giren edebiyatçıların felsefecisi ( Ben fen bölümündeydim)
ansızın soruyor. "Folklor nedir ?..." 100 (+5 -5) kişilik sınıf hep bir ağızdan "halk oyunu"
cevabını veriyoruz. " Başka bir cevabı olan yok mu " diye soruyor. Cevap yok...
Şaşırmıyor. Bu soruyu sormaya rastgele girdiği bir fen sınıfından başlamadığı kesin.
O gün, folklor kelimesinin " halka dair her şey" olduğunu, kızların yemenisinden
kuşağına her dokunun, müziğin ritminden adımların temposuna kadar her ayrıntının;
yörenin kendi halkına ait bir duyguyu, sevgiyi, coşkuyu, acıyı, sitemi, hüsranı, talebi
ifade ettiğini öğreniyoruz. Yalnız ülkemizin değil tüm dünya ülkelerinin değişik yörelerine
özgü, o yöre halkının yüreğinden kopmuş motiflerin, ezgilerin, yapıların, dansların, çalgıların,
desenlerin, öykülerin, masalların, ağıtların, yazarların, çizerlerin, sahibi belli olmasa da tüm
dizelerin, türkülerin; o halkların gerçek hazinesi olduğunu anlıyoruz.
Kendi adıma ben, babamın kızı olan ben, yaşına göre çok fazla okumuş, harçlığını kitaba
yatırmış olan ben, sığlığımdan utanıyorum doğrusu.. Ama hepsi o kadar...
Aynı tarihlerde dinlediğimiz yabancı müzikleri çok anlamlı, içerikli, kendi
müziğimizi, özellikle türküleri pek saçma buluyorum. En çok kullandığım örnek de:
" Kundurama kum doldu atmaya kürek gerek.
Nazlı yarin yanında yatmaya yürek gerek.
Amanın başım nanay
Ağrıdı dişim nanay
Çok içmişim nanay."
Ne mana...! Başı ayrı telden sonu bambaşka bir telden.
Bir de Frank Sinatra' nın "Nature Boy" unu dinle...
Hayat devam ediyor. Güldürüyor...Ağlatıyor...
Annemin gidişi üzerinden az bir zaman geçmiş. Gelen giden azalmış
ya da bitmiş, salt özlem ve acı şaşkınlığın yerini almış, göğsümde saplı
bir bıçak, usul usul gözyaşı döküyorum.
Bir zaman sonra dalıp gittiğim anılardan yorgun, gözüm avucumdaki
buruşmuş parçalanmış mendilde takılı, öylece kalıyorum.
Sonra birden aklıma takılıveren bir türküyü içimden usul usul geçiriyorum.
"Mendilimin yeşili
Aman aman
Ben kaybettim eşimi
Al bu mendil
Sende sende dursun
Sil gözünün yaşını"
Sonra da, "aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare" diye feryat eden
taze gelinin elindeki ıslak, yeşil oyalı mendil ile avucumda paralanmış kağıt
mendilin aynılığını fark ediyor, dinleyiverip geçtiğimiz hatta genellikle
o yaşlarda küçümsediğimiz ezgilerin, birilerinin (bilindik, bilinmedik)
bağrından kopup dökülüveren gerçek duygularla hayat bulduğunu
buruk bir başarı duygusu ile, o an, idrak ediyorum.
Sonraki zamanlarda dinlediğim türkülerin ortaya çıkış öyküsünü, kendimce,
hiç bir araştırma yapmaksızın hayalimde canlandırmaya başlıyorum ve
bundan büyük zevk alıyorum. Bunu bir çok türküde deniyorum.
Sonra sıra kırsalın o temiz, saf, çok çaresiz çok dertli delikanlısına
geliyor.
Asık suratlı genç, eli cebinde, kafası düşüncelerle dolu, için için
söylenerek biraz da yalpalayarak yürüyor. " Benim gibi çulsuzu istemez tabii.
Ben kiiim o kim. Vah benim çileli başım on sekiz yaşım ...
Bir sürü isteyeni varken dönüp bana bakar mı. Bakmıyor işte...!
Bi baksa, yüreğimi bi görse... Onu nasıl sevdiğimi bi anlasa..."
Ve o hırsla karşısına çıkan ilk kum tepeciğine sert bir tekme savuruyor.
Bir anda yıpranmış, yanı açılmış pabucunun içi kumla doluyor.
Bitkin bir şekilde oracığa çöküp pabuçlarını boşaltmaya çalışırken...
Bilin bakalım hangi türkü vücut buluyor dudaklarından dökülen dizelerde...
Sevgiyle..
Anlatma İhtiyacı
31 Jul 2020 3:52 PM (4 years ago)

Geldim... Geleceğimi biliyordum aslında.
Hiç gitmek istememiştim ki..
"Okumak" ne kadar önemli idiyse benim için, ve çok uzun yıllar, açıklaması
zor ya da belki imkânsız nedenler, nasıl bunu yapmamı engelledi ise aynı şeyler
iradem dışında yazmama da engel oldu. Her iki durumda da bu yoksunluk beni
fazlasıyla üzdü. Okuyamadğım için, için için yanarken, yazmak ihtiyacıyla da
kıvrandım durdum.
Okumak tamam da, niçin ille de yazmak?
Bir sürü nedeni var. Sıralayalım...
Ben sosyal yaşantımda iyi bir dinleyiciyim. Karşımdakini güzel dinlerim. O
anlatırken, kös dinlemem, kendi söyleyeceğimi tasarlamam, başka taraflara
kulak verip, lafın ortasında bir başkasına cevap vermem ya da "aaaa bu bina
ne zaman dikilmiş al sana bir taş yığını daha" şeklinde abuk bir cümleyle
konuyu değiştirmem.
Tüm bunlar çoğunlukla bana yapıldığı için ben dinlemeyi tercih ettim.
Muhtemelen ben de kendimi dinletmeyi beceremedim. Bu da yetenek işi.
Babaannemin gururlu genleri bana geçmiş anlaşılan. Ama benim de muhteşem
"Möhteşem Hanım " larım yok değil tabii. Az ve de öz sayıda..
Anılarımı özellikle çocukluk anılarımı yazmayı; bazı şeyleri hatırlayıp
yazarken, yeni başka şeyleri hatırlamayı, araya zaman koyup tekrar okumayı
çok sevdiğimi gördüm. Başkalarının da bunu sevdiğini görmek çok hoşuma gitti.
Çok sevdiğim, beni çok derinden etkileyen, içime işleyen, gözyaşı döktüren,
mutlu eden hatta güldüren parçaları (Baudelaire gibi, Tagore gibi, Fikret gibi,
Kisshon gibi) benimle aynı frekansta olan dostlara sunmak, onların sunduklarını
alıp kabul etmek, öğrenmek, sevmek, birlikte duyumsamak dünyalara bedeldi.
Ve daha bir sürü hoşluk..
Buna bir de her şeyi yavaş yavaş unutacağımız yaşlara hızla koştuğumuz
gerçeğini eklersek...
Bu arada yine Satürn Yengeç burcunda. Umarım korktuğum gibi olmaz... Bu sefer
de buna engel olmaya kalkmaz.
Herkese güzellikler diliyorum...
Ve tabii Sağlıklı, keyifli bayramlar.

"Efendimiz" dedi. "Aziz Narottam,
sizin krallık mabedinize girmeye asla tenezzül etmemiştir.
"O açık yolda, ağaçların altında Tanrı' nın zikrini terennüm
ediyor. Mabet boştur, içinde tapanlar yoktur.
"Onlar, altın bal kâsesine ehemmiyet vermeyerek beyaz
nilüferlerin etrafına üşüşen arılar gibi, onun etrafında
toplanıyorlar."
Kral içinden kızarak, Narottam' ın çimenlikte oturduğu yere gitti.
Kral ona sordu: " Neden altın kubbeli mabedimi bırakıp da,
Tanrı sevgisini vâz etmek için, dışarda toz toprakta oturursun
Peder?"
Narottam: "Çünkü Tanrı senin mabedinde değildir" dedi.
Kral kaşlarını çattı ve: "Bu san'at harikasının yapılması için
20 milyon altının harcandığını ve pahalı ayinlerle Tanrı' ya
tahsis edildiğini biliyor musun ?..." dedi.
Narottam cevap verdi: "Evet biliyorum. Evleri yanmış ahalinden
binlercesinin kapında boşuna bekleyerek yardım dilediği
senede olmuştu bu...
"Ve Tanrı, ' kardeşlerine barınak temin edemeyen zavallı mahlûk
benim evimi mi yapacak...' dedi.
"Ve o yol kenarında ağaçların altındaki barınaksızların arasına karıştı.
"Ve şu altından habbede ise gururun sıcak buharından başka hiçbir
şey yoktur. İçi bomboştur."
Kral hiddetle bağırdı. "Arazimden çık!..."
Aziz sükunetle: "Evet, tanrımı sürdüğün yere beni sür!..." dedi.
Rabindranah TAGORE
Meyve Zamanı


Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör
sahnede bir ileri bir geri saatini doldururve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldırgürültücü bir salağın anlattığıki yoktur hiç bir anlamı.
William Shakespeare
Milattan
çok önceden itibaren yaşam ve tiyatro, tiyatro ve yaşam, birarada hatta
birbirinin içinde, bugüne kadar hayatımızda varolmuştur. Dinsel
törenler, hasat şenlikleri, biçiminde, Ortaçağda yasaklanarak,
Rönesansta estetik kazanarak daha sonra da yayılıp, romantizm ve diğer
akımlarla çeşitlenerek ve özgürleşerek günümüze kadar gelmiştir.
Bu
kısacık lise dönemi ve biraz da sonrasından aklımda kalan bilgiler
ışığında yapmaya çalıştığım girizgahtan sonra, lafı hemen hepimizin
klişesi " yaşam bir tiyatro sahnesi bizler de onun oyuncularıyız"
şeklindeki günümüz aforizmasına getirmek istiyorum.

Başımı yastığa koyup gözümü kapadığımda üzerinde çok düşündüğüm konulardan biri bu.
Kendimi
her zaman, bir büyük senaryonun içinde, üslendiğim muhtelif rolleri -ki
bunların kimi geçiciydi ve bitti- kimi zaman rol arkadaşlarımla
birlikte, kimi zaman tek başıma üstlendiğimi düşünüyorum. "Evlat" ,
"kardeş" , "öğrenci", "arkadaş" rolü, sonra "çalışan kadın." Sonra bazı
yan roller "görümce" "baldız" gibi. En önemli karakter rolleri "hala",
"teyze". Ve ölene kadar üzerime yapışan, başarıyla yürüttüğüm "emekli"
rolü. En sürprizsiz en sorunsuz, kalıcı rolüm.
Mekan, kostüm ve
ışık zamana ve senaryoya göre, iyi ya da kötü yönde farklılaşmakta ise
de bu değişikliklerin daha doğrusu bu üç faktörün beni fazla
etkilediğini söyleyemem. Ama insan faktörüne gelince durum tamamiyle
değişiyor.
Yaşantımdaki insanları iki ana guruba ayırıyorum. Rol arkadaşlarım ve seyirciler.
Rol
arkadaşlarımla aynı sahneyi paylaştığımız sürece, küçük takılmalar
tökezlemelere rağmen, zaman zaman ezber bozulsa da, arada bir trak da
girse, sahneyi terketme şansımız olmadığı için, sufleyle, birbirimizin
desteğiyle roller bitene kadar birlikte olmaya devam ederiz. En çok
"dost" lar zorlar. Bazen maskeler takılır. Bu işi biraz zorlaştırır ama
durum değişmez. Zaman zaman eskiler gider, yeniler gelir. Ama siz hep
ordasınızdır. Sizin oyununuzda baş rol sizindir.
Benim esas
korktuğum seyirciler olmuştur. Karşıda bir yerlerde, tanımadığım, dost
ya da düşman oldukları hakkında fikir sahibi olmadığım yüzlerini
karanlıktan göremediğim ama varlıklarından emin olduğum, beni gören,
beni izleyen bir sürü insan. Önemserim önceleri onları. Benimle ilgili
düşünceleri, yargıları önemlidir. Onlar hep ordadır ve gözleri hep
üzerimde. Gösterim onlar içindir. Beni mutlaka beğenmeleri gerekir. Ve
onaylamaları.
Gong çalar, yaşam sahnesine atılır, karşımızda önce
onları görürüz. Karşı camda aralanan perdenin arkasında, dolmuşta,
markette, vapurdaki insanlar gibi. Hep incelerler. Oturuşunuzu,
kalkışınızı, yürüyüşünüzü, konuşmanızı şaşırırsınız onların yüzünden.
Sanki hep asık suratlıdırlar, kimileri de alaycı. Hep eleştirir
dururlar.
Yaşam devam eder, gaileler, sorunlar, felaketler, mutlu
ve mutsuz, olaylar gelişir, oyun hareketlenir, unutmaya başlarsınız
seyircileri . Artık tüm dikkatiniz ve enerjiniz oyundadır. Ya çok
mutlusunuzdur görmez gözünüz kimseleri, ya da gözleriniz yaşla doludur
görüşünüzü engelleyecek. Artık seyirci yavaş yavaş uzaklaşmaya başlar.
Yalnız kendiniz için oynamak istersiniz. Onlar silikleştikçe siz
netleşirsiniz.
Aslında onlar hiç olmamıştır. Bu, sizin kendinizi
çok fazla önemsediğiniz dertsiz tasasız gençlik günlerinizin küçük yapay
dertleridir. Orada sahnenin karşısında sadece anlamsız bir karanlık
vardır. Koltuklar boştur adeta. Umursmamaya başlarsınız, kendinizi
rolünüze kaptırırsınız.
Oyun sona doğru yaklaştıkça hiç görmez
olursunuz seyircileri. Unutursunuz varlıklarını. Ya da artık
önemsemezsiniz. Tek önemli "siz" sinizdir artık. Tek anlamlı, tek
değerli ve yetkin. Onların varlığı, sizinle ilgili düşünceleri, sizi
sevmeleri, sizden nefret etmeleri ya da sizi yok sayıp uyuklamaları
hatta sizi alkışlamaları.
Sahne tenhalaşır yavaş yavaş. Rol
arkadaşlarınız da sahneyi terketmiştir birer birer. Işıklar yavaş yavaş
azalır. Sesler kesilir.
Ve perde kapanır. Sizin oyununuz bitmiştir.

Görüşmek üzere...
53 yıl sonra...
30 Apr 2017 2:29 PM (8 years ago)

Çok eskiden aile fertleri eğer evde iseler bir arada otururlardı.
Çok eskiden Pazar günleri radyoda Klâsik Batı Müziği programı olurdu.
Ve çalanların arasında çoğunlukla Bhrams' ın 5 numaralı Macar Dansı olurdu.
Ve bu müziği dinlemek biz çocuklar için müthiş bir keyfti.
Her seferinde çizgili pijamasıyla (hep çizgili pijama giydi o dönemin çoğu babaları
gibi) uzandığı yerde gazetesini ya da kitabını okurken müziğin temposuna uygun
olarak önce yavaştan sonra giderek hızlanan bir tempoyla ayağını sallamasını
biz çocuklar izleyip kıkırdaşırdık. Zaman içinde o, bunu farkettikten sonra bunu daha da
abartılı yaparak kıkırdaşmalarımızı kahkahalara çevirmişti ve bu eğlenceyi de sık sık
tekrarlar olmuştuk.
Babam...
Bu ve bu gibi bir çok şeyle o günlerde evlatlarını varlığınla mutlu ettiğin için,
yokluğunda bile bu gün beni, bu anı ve tüm diğer benzerleriyle gülümsetebildiğin için
bir kez daha minnetimi belirtmek istedim.
Seni sevmekten hiç vazgeçmedim Güzel Babam..
MÖHTEŞEM HANIM
14 Mar 2017 7:58 PM (8 years ago)

Paadişaanın üç kızı varmış. Bir gün onları yanına çağırmış. "Hadi
bakiim cevap
verin" demiş. "Hanginiz beni ne kadar seviyor." Büyük
kız kollarını iki yana açarak
"dünyalaar kadaaar" diye bağırmış. Ortanca atılmış,
heyecanla haykırmış. "Kaaainat kadaar." Paadişaa küçük kıza dönmüş. Kız
düşünmüüş, taşınmıış. Sakin bir sesle
"Paadşaaım ben de sizi tuz kadar seviyorum" demiş. Paadşaanın gözleri öfkeden
yuvalarından fırlamış.
Adamlarını çağırıp "tiz bu hayırsızı ormana götürün, kesin, kanını da gömleğine
sürüp bana getirin.." diye gürlemiş.
Bu masalı biz ilk
defa ondan dinlemiştik. Ve daha pek çok başkalarını.
1958 yılında Adana' da. Ben yedi ablam dokuz yaşlarımızdaydık.
Tiz sesiyle,
kendine has kelimeleriyle, hoş mimikleriyle öyle güzel anlatırdı ki,
gözlerimizi gözlerinden
ayırmadan dinlerdik.
Dünyalar tatlısı babaannemden bahsediyorum. Hayatımdan geçen
insanlar içinde,
(ailem dışında) en çok sevdiğimden…
Biz o şehirden
öbür şehre dolaşırken o İstanbul, Kuzguncuk' ta amcamlarla yaşıyordu.
Her gittiğimiz yere (Adıyaman hariç) bizleri görmeye gelir, bir
miktar kalırdı. Bizim
Için öyle büyük bir heyecan ve mutluluk doluydu ki o gelişler.. Hep kalsın isterdik ama
hep dönerdi tadını damaklarımızda bırakarak.
En son Mersin' e
gelmişti. Gündüz okula gidiyor gece de derslerimizle ilgileniyorduk.
Gündüz annemin eşi-dostu, bazı akşamlar- ki bu çok sık
olurdu-karı-koca çoluk çocuk
bir araya gelinir, uzun sohbetler edilirdi.
Babaannem eğer
yürekten dinleyen birisi olmazsa laf olsun diye konuşmayı
pek sevmezdi. Öyle özel bir hayatı, anlatacak öyle ilginç hikayeleri
vardı ki oysa…
Ağır ağır, sindire sindire her anlattığının hakkını vererek
sıralardı sözcüklerini.
Gündüz "hoşgeldin teyze" ye gelen, ocağında yemeği, okulda
çocuğu olan komşuların
ne sabrı ne de vakti vardı doğrusu. Kibarca başlarını sallayarak
söylediklerini dinler
görünür, "bize müsaade" "bize de buyrun" diyerek
çekip giderlerdi. O da sıkılıp
köşesine çekilir, kitabını ya da kuranını okumaya koyulurdu.
O günlerden
birinde Muhteşem Hanım Teyze bizi ziyarete geldi.
Annemin
"paşanın hanımı" diye bahsettiği, çok saygı gösterdiği, babamın da
çok değer verdiği çok kibar bir hanımefendi idi. Önce at kuyruğu yapıp sonra
kıvırarak tokayla ensesine tutturduğu bembeyaz ipek gibi saçları, masmavi
gözleri vardı. Teni duru beyazdı. Pembe ruj sürerdi.
İlk
karşılaşmalarıydı. Saygıyla babaannemin elini öptü. Karşılıklı oturdular.
Babaannem koyu esmer teniyle, diğeri duru beyaz teniyle hoş bir tezat
oluşturmuşlardı. Bildik birkaç nezaket cümlesinden sonra Muhteşem Hanım Teyze
babaannemdeki cevheri keşfediverdi. Annem kahve tepsisiyle yanlarına
geldiğinde babaannem
İngiliz subaylarına elleriyle kollarıyla işaret ederek ve
ağlayarak, önce çocuklarını en son kendisini öldürmelerini
nasıl istediğini anlatıyordu.
(İngiliz-Yemen harbi esnasında esir düştükleri
dönemde.)
Muhteşem Hanım Teyze ise kâh hafif çığlıklar atarak kâh mendiliyle maviş
gözlerindeki yaşları silerek bırakın dinlemeyi adeta yaşıyordu anlatılanları.
O
günden sonra çok değerli "Möhteşem Hanım" (o öyle söyleyebiliyordu)
babaannemin gözdesi olmuştu.
Saygısıyla, güzelliğiyle ve asaletiyle…
Ve babaannem de, eskisinden daha sık bizi ziyaret etmeye başlayan
ve gelir gelmez uslu bir öğrenci gibi geçip karşısına oturarak saygıyla
dinlemeğe hazırlanan teyzemizin kahramanı oluvermişti.
Yaşamışlığıyla, görmüş geçirmişliği ve tatlı
diliyle…
Bahar
1 Mar 2017 3:13 AM (8 years ago)

Evim minik bir ormanın içinde.
Pencerem altmış altıncı baharımı çerçeveliyor.
Kaç tane daha göreceğimi bilmiyorum.
Daha kaç kez sevineceğimi, kaç kez üzüleceğimi, kaç kez heyecanlanacağımı,
kaç kez hayal kırıklığına uğrayacağımı, yüreğimin kaç kez sevgiyle coşup,
kaç kez inceden inceye sızlayacağını bilmediğim gibi.
Bedenim bu mevsimle ilgili olumsuz bir tepki vermedi henüz.(Hayret!)
Yüreğim biraz kırgın o kadar.
Ama bahar beni yine kandırıyor.
İçeri doluveren güneşi, cama uzattığı tomurcuklu dalı kullanıyor bunun için.
Başımı teli olmayan tek penceremden uzatıp havayı soluyorum.
Çam ağaçları, hiç çıkarmadıkları yeşil elbiseleri ile hep aynı yerlerindeler.
Diğerleri, sürpriz kıyafetlerinin ilk işaretlerini vermeğe başladılar.
Ve kuşlar...
Daldan dala kısa uçuşlar yaparak en güzel şarkılarını bizler için
söylüyorlar. Minik çanlar gibi.. minik çocuk kahkahaları gibi insanın yüreğini
ısıtan nağmelerle.
Başımı cama dayayıp, bu güzelliğin, insanların tüm sığlıklarının
sızısını yüreğimden, yaşamın tüm çığlıklarının harabiyetini beynimden
söküp atmasını umutsuzca diliyorum.
Olmayacağını biliyorum ama diliyorum işte...
En Dost' uma...
25 Feb 2017 11:11 AM (8 years ago)
Kaynak <http://asunungunlugu.blogspot.com.tr/2011/05/huzur-veren-dizi.html>

"Hani bazı dostlar vardır. Birlikte politika konuşursunuz, gündemden hararetle bahsedersiniz.
Kimiyle irade çatışması yaşarsınız ara sıra. Sesler yükselir.
Kimiyle sanattan kitaptan, şiirden konuşursunuz. Kelimelerinizi seçerek, dikkatle kullanırsınız.
Kimiyle ağlar, kimiyle bol bol kahkahalar atarsınız. Bu birlikteliklerim çoğu, içlerinde bir kısım
gerilim, pervasızlık veya huzursuzluk barındırır ya da fazlaca dikkat ve özen gerektirir.
Ama dost vardır, sakin, iddiasız, telaşsız, komplekssiz, yüzünde bir tebessümle sizi dinler, az
konuşur, konuştuğunda sesi yumuşaktır, bilge değildir, filozof değildir, hırslı, şikayetçi, kavgacı,
hiç değildir. Eleştirel gözle bakmaz. Açık aramaz. Sevgi dolu ve huzurludur. Tüm sıkıntılarınızda ve
başarılarınızda içtenlikle yanınızdadır. Sizi her yerde korur kollar. Siz yanındayken ya da yokken.
Yanında kendinizi çok mutlu, çok rahat hissedersiniz.
Benim var, umarım herkesin vardır böyle dostları."…………………
2011 in Mayıs sonlarında beğendiğim bir diziyi blogumda betimlerken böyle bir benzetmeden
yola çıkmış, Ikinci paragrafı yazarken de hep seni düşünmüştüm. Öyle bir başkaydı yerin..
1964 yılı Nisanının sonunda yaşamımdaki en sevdiğim insanı, babamı, sakin (o yıllarda) bir güney
kentinde bırakıp, apar topar geldiğimiz bu koca, çılgın metropole henüz alışamamışken,
Eylül ayında başladığım pek de sevemediğim gürültülü kız lisesinde bana sunduğun güler
yüzlü dostluk, verdiğin huzur, hiç eksilmeden, tertemiz, lekesiz, gölgesiz, içten-yürekten
tam 53 yıl sürdü. Neler yoktu ki bu 53 yılın içinde..
Her sabah okula kolkola giderken Çarşamba yokuşunda, sınıfta hep yan yana oturduğumuz
sırada, ilk sigaraları tüttürdüğümüz pastanede..
Senin, benim evimde Cem Karaca, Engelbert Humperdinck eşliğinde paylaştığımız
ergen muhabbetleri…
Sonra senin Almanya faslın. Mektuplar..Dönüşün..İşe girişlerimiz..
Evliliğin..kızın..torunun..
Kayıplar, göz yaşları..
Acı ve tatlı yığınla paylaşım.
Tam elli üç yıl.
En erken tanıdığım ve en erken kaybettiğim gerçek dostum.
Çok büyük bir boşluk bıraktın Semuş' um.
Çok büyük ve yeri asla doldurulamayacak bir boşluk.
Haberini alıp bana, Akçay' a telefonla muştuladığın ikinci torunun gelmek üzere.
Ama o ilki kadar şanslı değil bence. Seni görüp tanıyamayacak çünkü.
Nurlar içinde yat...
Hay Allah !!!
14 Feb 2016 6:06 PM (9 years ago)

Blog aleminde yedinci yılıma girmişim...
Yine epey aradan sonra (kopyaladığım eski paylaşımı yayımladıktan sonra) kan mı çekti,
tipik Yengeç içgüdüsüyle mi bilemedim bir uğramak geldi içimden. Panelde gözüme
sevgili Güngör Ekinci' nin yazısının başlığı ilişti. Hem yazılarını sevdiğimden, hem
de İspanya ile ilgili paylaştığı resimli, ayrıntılı bilgilerden hoşlandığımdan, bir de gurbet
ellerde (ona açıkladığım özel bir nedenle) kendisini yalnız hissetmesin diye
düşündüğümden hep uğradığım (son zamanlar hariç) bloguna bir dalış yaptım.
Her yazısı diğerinden daha güzel olan arkadaşım aşk ve "aşk" hakkında öyle güzel,
öyle içten şeyler yazmış ki. Bayıldım.
Sonra Hüznün Tadı' nın bloğuna uğradım. Zona teşhisi konmuş. Duygusal dostum,
hassas bünye sıkıntısını içinde yaşamaya çalışınca vücut bir şekilde tepkisini
veriyor. Allahtan fazla ağrılı bir cins değilmiş.
Yatmadan önce bir de kendi bloguma uğramak geldi içimden. Bir göz atıp çıkmayı
düşünürken altta bir başlık ilişti gözüme: "Beş Yıl Bitmiş". Tarih: 12 Şubat 2013.
İlk başladığım yıl, keyifle, coşkuyla hiç tanımadığım blogları dolaşırken, zaman
zaman bloguna aylarca uğramamış (bazen de yıllarca) kişilere çok şaşırdığımı
hatta kızdığımı hatırlıyorum. (Sadece 12.2.2009- 31.12.2009 arasında 286 paylaşım)
Çocukluğumdan itibaren hem okumayı hem de yazmayı çok seven biri olarak,
yaşamın beni "okuyamaz" hale getirdiğini sürekli dile getirirken, "yazamaz" hale de
getirebileceğini düşünememişim.
Sağlık olsun diyelim. "Zaman en iyi ilaçtır" geyiğinin boynuzlarına yapışalım.
Veeeeee....
Hep sevgiyle kalalım :)

Bir Mayıs sabahı...
Anadolu kasabalarından birindeyiz.
Küçük bir kız çocuğu, sessiz, güvenli sokakta sakin, keyifli yürüyor. O saatte herkes işinde okulunda
olduğundan ortalık hayli tenha. Geleni geçeni, olanı biteni incelemek hoşuna gidiyor.
Şişman sütçü teyze, arkasında süt güğümlerini koyduğu arabayı çeken bisikletini
yayaş yavaş sürerken gür sesiyle
"süüüütçüüüü" diye bağırıyor.
Bir köpek miskin miskin oturuyor. Gidip başını okşamak istiyor ama rahatsız etmekten çekiniyor.
Biraz da korkuyor.
Bir delikanlı bisikletiyle yanından hızla geçip gidiyor . Kapı önlerindeki bisikletleri inceliyor biraz.
Çok istiyor bisiklet kullanmayı ama sadece
6,5 yaşında. Sihirli yedi yaşı bir gelse hem bisikleti
olacak, hem de ablası gibi o da okula gidebilecek.
Doğum gününü kutladıktan hemen sonra soranlara
6,5 diyor yaşını, sanki öyle derse yedi ve
beraberinde bisiklet ve okul daha çabuk geliverecekmiş gibi...
Ortalıkta yoğun bir çiçek kokusu var ve her evin bahçesinde türlü çiçekler. Çok ama çok seviyor
çiçekleri. Rengârenk görüntülerini, evlerinin içine kadar yayılan hoş kokularını.
Beyazlar, pembeler, morlar, .kırmızılar, sarılar... Bahçelerde, kapılarda, parmaklık aralarında,
saksıların içinde cam önlerinde..
Boş bir arsanın önünden geçerken otların arasında hafif esintiyle nazlı nazlı sallanan gelincikleri
görünce bir müddet duruyor. Biraz da yorgun mu ne. Yoksa kırmızı çiçeklerin o naif ve
savunmasız, oralarda buralarda, her an yıkılıverip dağılıverecekmiş gibi hallerinden mi
endişeli. Her ikisi de galiba.Tekrar yürümeye başlıyor. Adımları biraz daha ağır şimdi.
Yürümeye devam ediyor.
Çok seviyor yürümeyi. Gördüğü her şeyi, karşılaştığı her insanı, sesleri, kokuları...
Çok seviyor yürümeyi...
Bir başka şaşırtıcı güzellik. Belediye işçilerinin süpürüp bir ağacın altına yığdığı
renk cümbüşü. Yapraklar, dökülen çiçekler. Bir yığın da samanla birlikte. Biraz yükselen
sabah güneşinin üzerlerinde yansımasıyla pırıl pırıl parlıyor.
Ve işte nihayet onlar... Hanımeli çiçekleri...En sevdikleri...Onu en mutlu edenler..
Her zamanki gibi çiçeklerden sadece birini usulca alıyor burnuna götürüyor, derin derin
içine çekiyor. Mutluluk...Huzur...Hüzün... "Ama niye hüzün" diye geçiriyor aklından.
"Ben
6,5 yaşında bir çocuğum. Niye hüzün...Ve şu diğer şaşırtıcı tuhaf duygular "
Aklı biraz karışmış halde dalgın dalgın yoluna devam ediyor. Çiçeği sürekli
koklayarak, kendisine olanı biteni kavramaya çalışarak biraz da sarsak bir şekilde yürürken
arkasında hafif bir korna sesiyle irkiliyor. Hemen kenara çekiliyor ama araba
hızını iyice yavaşlatıyor, ön camdan kır saçlı kırk yaşlarında kibar görünüşlü bir adam
başını çıkarıp sesleniyor. "Affedersiniz teyzeciğim. Bir adres soracaktım..."
Çocuk önce arkasına, sonra dönüp etrafına bakıyor. Hiç kimse yok. Tüm keyfi kaçıyor.
Bir korku kaplıyor içini. "Kötü biri bu adam" diyor. "Kaçmalıyım ondan. Annem
yabancılarla görüşmemi istemez."
Gücünün yetebildiği kadar hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken sıkılı yumruğunu
açıyor. Çiçek yere düşüyor. Buruşmuş yaprakları arasından bir virgül fırlıyor, muzip
bir tavırla çocuğa bir göz atıp gökyüzüne uzaklaşıyor.
6 ile 5 usulca birbirlerine sokuluyorlar yeniden.
Yine Yeni Yıl
30 Dec 2014 12:44 PM (10 years ago)

Perdeleri açınca içeri dolan güneşle, camından süzülen yağmur damlalarıyla, en çok da,
gece boyunca sessizce konuşlanıp sabah karşılaşınca şaşırdığımız, belki sevindiğimiz
yukarıdaki beyazlıkla 20 yıla yakın bir zamandır aynı pencereden girdi yeni yıl evime.
Çok kalabalık, bir kaç kişi, yalnız, eğlenerek, hüzünlenerek, keyifle, acıyla, kanıksayarak,
umutla, umutsuzlukla karşıladık bu rutin çaresiz misafiri. Sessizce uğurladık sonra.
Ben kendi adıma, bu son 1-2 gün içinde kendimle ilgilenmeyi alışkanlık haline getirdim.
Öyle bildik bir "iç hesaplaşma", "muhasebe yapma" hele hele "yaşadıklarımdan ders çıkarma"
gibi telaşlardan (hepsini çaresizce deneyip bir işe yaramadığını da gördükten sonra) çok
farklı, bir içe dönme, duyguları gözden geçirme, yumuşacık bir kendini yoklama hali,
sadeleşme, bedenle ruhu ipin ucu kaçmadan barıştırma, ruhu olgunluğa ulaştırma, bedene
de yıllardır gösterdiğim ihmalin telafisi konusunda kendimi sorgulama durumu. Bu çok önemli.
Bedeli fena ödeniyor çünkü.
Arkamdaki televizyonda, yürek titreten, aile, sevgi, saygı, birlik- beraberlik çağrıştıran
sloganlarla ürünler pazarlanıyor. Yılbaşı için bangır bangır eğlenceli seçenekler sunuluyor.
Burçlar...Falllar...Astrologlar...
Birdenbire soğuyan havanın ve sevdiklerimin yüreğimde bıraktığı sevmediğim izlerin
(bir elektrikli süpürge reklamından mülhem) etkisiyle iliklerime kadar üşüyorum.
Sonra çok değil iki gün önce sıcacık güneşin altında gülümseyerek uyuklayan, keyifle
kuyruklarını sallayarak oynaşan dostlar geliyor aklıma.
Buz kesiliyorum.
Ne giden yıl umurumda, ne de gelecek olan.

İyisiyle, kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle bir yazı daha devirdik.
Bekle beni İstanbul.
Sıra sende.
Biraz da orada sevinip orada üzüleyim.
Kuzucuk
29 Sep 2014 9:07 AM (10 years ago)

Can, 3-4 yaşlarındaydı.
İş dönüşü, içinden uykular akan gözlerimi baş parmağı ve badem parmağı ile zorla
açıp "halaa konuuuş, hadii anlaaat " diye yalvardığı , onun Dempsey benim Makepeace
olup ya da, onun doktor veya ambulans şoförü benim ağır yaralı olup koşturduğumuz
o hoş oyunlar zamanında idik.
Annemin çocukluğundan kalma bu şarkıyı söylememi sık sık isterdi.
Mimiklerle ve çocuksu bir sesle başlardım ben de. Keyifle izlerdi her hareketimi.
Son iki dizesine kadar.
Acımasızca (nedense) abartılı acıklı bir tavırla ve uzatarak okuduğum o iki
dizede göz yaşları pıtır pıtır dökülmeye başlardı.
Allah beni affetsin :(
Bir kuzu aldım ben bu yaz hah hah hah hah haaa.
Tüyleri gayet bembeyaz hah hah hah hah ha.
Gözleri kara kara hah hah hah hah haaa.
Maskara mı maskara hah hah hah hah ha.
Dedim gel kuzucuğum hah hah hah hah haaa
Benim minik çocuğum hah hah hah hah ha.
Gönlündeki derdi at hah hah hah hah haaa.
Senin annen tabiat hah hah hah hah ha.
Şimdi hakkındır oyun hah hah hah hah haaa.
Yarın olunca koyun hah hah hah hah ha.
Gööötüüürüp kaabaa saabaa ha ha ha ha haaa
Saaatarlar bir kaaasaabaa hah ha ha ha ha..
Sessiz Senfoni
27 Aug 2014 12:38 PM (10 years ago)

Dört yabancı el ve dört yorgun omuz bu kez de seni
taşıdı, bilmediğimiz (artık senin bildiğin)
uzak yollara..
Huzur içinde yat gençliğimin büyük şairi.
SESSİZ SENFONİ
Ellerin vardı, sıcak ve masum.
Ellerin, hayal gibi, düş gibi...
O zaman talihime yardı ellerin.
Beyaz bir gecede, iki kuş gibi,
Omzuma nasıl da konardı ellerin?..
Hangi rüzgarlarda şimdi kim bilir?
O değirmen altı, o zümrüt koru,
İlk dörtlü yoncayı bulduğumuz yer,
Ya o çapkın çapkın kestanecikler!...
Hani bir yerleri çimdiklenir hafifçe,
Kanardı ellerin!
Mendilimi sarardım üstüne,
Avcumda sahici bir hasta gibi
İncecik incecik yanardı ellerin!
Bazan kızar hırçınlaşırdı birden;
Ruhumu kaldırır, kaldırır boşlukta,
Oysa bilmez miyim atamazdı!
Geceler sonsuzdu, geceler derin;
Bir şeyler düşünür anlatamazdı
Kahrından kaskatı donardı ellerin!
İnsan, soyununca hissediyor,
Gittikçe katılaştığını yerin!..
Tanıdık bir film geçiyordu gözlerimden,
Gel gör ki, en güzel yerinde,
Ansızın kopardı ellerin!
Sonra, dört yabancı el,
Dört yorgun omuz,
Mezat kapısında bir kuşluk vakti,
Çekince ipini mesafelerin;
Ayak uçlarıma yığıldı sonsuz!..
Bir tünel gerindi sefil, kapkara!
Bir yokluk hıçkıra hıçkıra güldü!
Büyüdü göz çukurları kırık heykellerin!
Böyle bilmediğim uzak yollara,
Beni bırakmasa ne vardı ellerin!
Romanımız, ne kadar güzel başlamıştı,
Ve işte böyle sonu!..
Şimdi, ışıklar sığ,
Gölgeler derin...
Mor sarmaşıklarla örtük balkonu,
Kafur kokusundan, od ağacından,
Dört arşın geceye sardı ellerin…
Bekir Sıtkı ERDOĞAN
Kol Kola
8 Jun 2014 11:49 PM (10 years ago)

İyi ki iki kez sınıfta kalmışım lise ikide. Kalmışım da bir sene de evde oturmuşum.
Bakkal dümbüllüye her gidişimde pijamasıyla damlayan çocuğu sana camdan
göstermişim de tülün arkasından kıkırdaşmışız.
Kol kola hısım akraba gezmiş, İçli köfte, Arabaşı Çorbası, Batırık yemişiz.
Hani bir uzak akraban vardı. İstanbul' a gelin gelmişti. Burada kimsesi yoktu.
sık sık ona giderdik. Nasıl sevinirdi. Kapıyı açar bizi oturtur ilk iş bulguru
ıslardı. Sevmediğim batırığı sevdirmişti bana. Kocası teğmendi.
Ne güzel bir çifttiler. Saf, temiz, saygılı. Delikanlı insanı hayrete düşürecek
kadar çocuksu biriydi. Bir gün karısına "yarın tatil, dışarı çıkarken ateş çıkaran
kazağımı giymek istiyorum" demişti de ben anlamamış, tam, "o ne ki" diye soracakken
senin bir işaretinle susmuştum. Sonra evde izah etmiştin yün kazakların giyinip
soyunurken zaman zaman elektriklenip çatırdadığını.
Kuaföre ilk seninle gittim. Çok sıkılıp utanmıştım.
Eyüp' e, Emine Teyzeye giderdik ikimiz. Diğerlerinin kimi okulda, kimi
işteydi.
Bir de Lütfiyanım teyze vardı şişman. İki katlı tertemizdi evi.
Kızlarından şikayetçiydi. Kızlarının isimleri Şan ve Şen di.
Bana hiç sitem etmedin. Ceza vermeye kalkmadın.
Çocuklarının en çalışkanıydım oysa. Anladın herhalde bana olanı.
Anladın ve anlayış gösterdin.
Birlikteliğimizin tadını çıkardık.
Bugünlerde, sessiz, sakin balkonumda oturup tatlı tatlı bunları geçirdim
aklımdan. Karşımda Kaz Dağlarının başı hep dumanlıydı bu aralar.
Dağlar...
Düşündüm de aslında yeni yeni fark ettiğim ne kadar çok ortak yanım varmış seninle.
İçinden dağ geçen tüm şarkıları ben de çok seviyorum.
Tüm sevgileri ayrılıkla birlikte yaşadığım için olsa gerek...
"Yol verin geçeyim dumanlı dağlar. Dağların ardında nazlı yar ağlar"
Yanık yanık, sesin titreyerek eşlik ederdin. Anneni kardeşlerini özlerdin
tabii. Hep uzaklardaydın onlardan.
Ben de senin gibi ev işlerinde telaşlı ve eli ayağına dolaşan bir tipim.
Çok titiz değilim. Fasulyeyi ince birer şerit haline getirmem. Sadece ortasından
keserim. Poğaçalarım, köftelerim, mantılarım büyüktür. Soğanı yakar, pilavı
ya diri ya lapa pişiririm. Ölçü kullanmam.
Toz bezi elimde her an dolaşmam. Halı malı silmem. Silkelemem. Her sene
badana yaptırmam. Küllükleri dolana kadar boşaltmam.
Çamaşırları gelişi güzel asarım.
İlk tanışmalarda çekingenim.
Dostlarımı güldürürüm.
Sevdiklerimle ilişkilerimde naif ve kırılganım. Tıpkı senin gibi.
Hani ilk evlendiğinizde babam sana " sen ne şirin bir mahluksun" demiş de
"bana mahluk dedin" diye saatlerce surat asmışsın. Babam mahluk kelimesinin
anlamımı açıklayıp seni ikna etmiş.
Ve çok zor zamanlarda kaya gibi sağlamız. Mücadeleciyiz. Hepimiz.
45 yıl sonra, Kaz Dağları' na karşı oturup bunları düşündüm.
Aynen böyle düşündüm ve düşündüğüm sırayla ya da dağınıklıkla yazdım.
Toparlamadan, yazım kuralı zaman uyumu filan gözetmeden,
gelişine yazdım.
O özel bir seneyi... İyi ki yaşamışız.
Kol kola gezmiş, baş başa oturmuşuz.
Anne-kız...İki arkadaş gibi...
Hepsi bu kadarmış zaten. Zaman kalmamışmış.
Huzur içinde uyu kısa yol arkadaşım. Annem...