-Başım üstüne...
Hadi, çekinme gir. Yavaşça
araladığın ve önce başını uzattığın kapıdan, yüreğini ve aklını da geçir. Haklısın;
neyle karşılaşacağını, nasıl davranacağını, ne hissedeceğini bilmeden biraz
ürkek, biraz tedirgin atıyorsun adımlarını. Ama bu çekingenlik uzun sürmeyecek
güven bana. Çok değil sadece birkaç dakika sonra köyden biri gibi hissedeceksin
sen de kendini. O köyde yaşayan, o köyle yaşayan, o köyün bir insanı gibi...Adı
her geçtiğinde uzak sandığımız ama bir o kadar da yakınımızda olan bir köy. Görüyorsun
bak; her yer bembeyaz. Sadece karın değil, fakirliğin de diz boyu olduğu, ağır
yaşam koşullarının insanları gerçekten zorladığı bir yer burası.
-Neyi meşhur sizin köyün?
-İnsanı.
-İnsanı mı?
-Çok ciğerli insanı var.
Orada gördüğün Mişka, değirmenci
Mişka. 93 harbinden sonra Rusya’dan göç eden Malakan kavminden şu anda köyde
kalan tek kişi. Yeke kişi de, derler ona. Yalnız yaşar ve bir günahın bedelini
ödermiş gibi sürekli koyu, ağır bir sessizlik taşır omuzlarında. Köy halkı
sever sevmesine de Popuç’un öfkesinden korktuğu için uzakta dururlar biraz. Bir
fısıltı gibi, gizli saklıdır hep konuşmaları, yardımlaşmaları. Çocuklar bile
öyle öğretilmiş gibi korkarlar ondan, çekinirler kendisini neredeyse hiç
tanımadan. Mişka’nın ise kabullenilmiş gözüken sakin ve sessiz hayatında hiç
gelmeyecek bir telefon sesidir beklentisi sadece. Bir de belki yarım bırakmak
zorunda kaldığı bir hikayenin dile gelip de sona ermesi, erdirilmesi yürekte...
Evet, tahmin ettiğin gibi sürekli
bağırıp çağıran, sinirli, asık suratlı bu yaşlı kadının adı Popuç; köy halkının
ileri gelenlerinden hatta neredeyse bütün köy halkının çekindiği tek kişi. Mişka’nın
yalnız ve hüzünlü sessizliğine inat Popuç’un kalabalık ve bir o kadar öfkeli hali
dikkatini çekti değil mi? Özellikle Mişka’ya gösterilen fazla büyük, fazla sesli,
fazla yıkıcı bir öfke bu. Ve bunlara karşılık Mişka’nın daha da büyüyen ve
içinde kim bilir neler saklayan sessizliği. Keşke bir dile gelse bu öfke,
gerçek sözcüklerini sakınıp saklamadan bir bir dökebilse. Bu sessizlik en uygun
kelimelerin karşılığında içindeki tüm yangını anlatabilse. Ama hikayenin bu
kısmı şimdilik bir sır ve belki de bu sırrı, eğer paylaşacaklarsa sadece onu
çözeceklerden dinlemeli.
Alma’yı da gördün değil mi? Elma
yanaklı, piyano hayranı, Popuç’un torunu, Şemistan’la Figan’ın kızı, yeteneğiyle
bir süre sonra köyün gururu olacak Alma. Bana sorarsan o masum, karşılıksız sevgisiyle bir yandan da umudun diğer adı.
Yaramaz ama bir o kadar da sevecen Tavşan var sonra, Alma’nın can arkadaşı.
İçinde kötülük barındırmayan, köyün aşıklarıyla yapılan dudak değmezli kış
gecelerinin kahramanı Şemistan var, ve karısı Figan. Öğretmen Metin var; Alma’nın
elinden tutup geleceğine yön veren, bir umudu gerçekleştiren. Hepsi bu kadar
değil elbet, ekin eken, koyun güden, çetin kış koşullarında yaşama savaşı veren
daha pek çok köy insanı da var. Ha bir de Mişka’nın ailesinden kalan ve borcunu
ödemek için elinden çıkarmak zorunda kaldığı, neredeyse köydeki bütün haneleri
dolaşan, süprizlerle dolu bir piyano...
-Mişka kim?
-Dedem
-Ama Mişka Rus adı. Öz deden değil herhalde?
-Yürekten dedem...
İşte böyle arkadaşım; burası
Kars’ın küçük bir köyü. İnsanların dil, din, ırk olarak değil sadece yürekten
birbirine bağlı olduğu bir köy. Demiştim sana değil mi bu; sevgisini de
öfkesini de yürekten yaşayan insanların, küçücük bir dünyada kocaman yüreklerin
hikayesi diye. Bu yüzden işte sen de onlarla bir yaşayacaksın mutluluğu da,
hüznü de, acıyı da, öfkeyi de. Sen de Alma’nın çaldığı piyanonun tuşlarındaki
melodi olacaksın mesela, onunla birlikte girip sınava, aynı şarkıyı
mırıldanacaksın. Tavşan’a yardımcı olacak, gizli gizli elmaları paylaşacaksın.
Şemistan iğneyi dudağına her batırdığında canın yanacak senin de, Figan’ın
kararsız ve şaşkın bakışlarında yer alıp, Alma sınava girebilsin diye Popuç’u
ikna etmeye çalışan Öğretmen Metin’in yanında duracaksın. Mişka ile üzülecek,
Popuç’la kızacaksın ve birbirine karışmış, içiçe geçmiş tüm yaşamlarda hem
nefretin, hem de sevginin izlerini bulacaksın kelime kelime. Film bittiğinde
ise yüzüne yapışıp kalmış buruk bir tebessümle benim gibi aynı şeyi düşünüp,
aynı soruyu soracaksın kendi kendine;
Nefret, sevginin şekil
değiştirmiş hali mi? Eksik kalmanın, yarım bırakılmanın, yürekten sevmenin
karşılığını bulamamanın, hayalkırıklığının, cesaretsizliğe, inançsızlığa, saygısızlığa
yarı yolda bırakılmaya duyulan öfkenin boyut değiştirmiş hali mi? Kendini
kendince hislerinin, düşüncelerinin doğrultusunda haklı görmenin hali? Bir
insan çok sevdiği için mi çok nefret eder? Bu yüzden mi Popuç, vakti zamanında yüreğine
gömdüğü Mişka'yı bu kez gerçekten toprağa gömerken 'Kafir' diye bağırır ağlayarak? “Kafir,
keşke daha önce öleydin. Daha önce öleydin de hiç görmemiş olaydım seni. Yüreğim
seni hiç sevmemiş olaydı...”
*Bu yazı “Deli Deli Olma” filminin ardından yazılmıştır.
**Koyu yazılan bölümler filmden alıntıdır.
ŞEKER PORTAKALI
2 Jan 2013 11:05 PM (12 years ago)

Adı
Oğuz’du. Neden bir başka isim değil de Oğuz, bilmiyorum. Bildiğim; biri vardı
işte, henüz tanımıyor olsam da, ne yaşı, ne görüntüsü, ne kişiliği hakkında bir
fikrim olmasa da bir gün mutlaka tanışacağım biri. Ve ben bir süredir sadece
ona anlatıyor ve ona yazıyordum içimin hallerini. Babama yardım etmek için okul
sonrası vaktimin çoğunu geçirdiğim marketimizde ürünleri sarmak için kullanılan
eski gazetelerin her köşesini okumaktan müşterilerle ilgilenmediğim için
yediğim azarları da, eğlenmek yerine kitap okuduğum için doğumgünü sahibi
tarafından kovulduğum parti sonrası surat asmalarımı da, annemin “bu kadar
kitap okuyacağına azıcık insan içine karış” sitemlerine verdiğim tepkileri de
en iyi Oğuz anlıyordu, biliyordum. O yüzden önemliydi benim için, o yüzden
kulağa hayalmiş gibi gelse ve varlığını benim dışımda kimse bilmese de
gerçekti. Ve o yüzden ben bir gün mutlaka ama mutlaka tanışacağımıza yürekten
inanıyordum.
***
Önce
kim kimi buldu, nasıl geldik bir araya hatırlamıyorum. Belki pek çoğunun
arasından kendim seçmiştim belki de okumayı çok seven birine alınabilecek en iyi
hediyelerden biri olarak girmişti hayatıma. Ama elime aldığımda bir çırpıda
okuyup bitirmiştim Vasconcelos’un yazdığı Zeze’nin hikayesini. Benzer hiçbir
özelliğimiz yoktu tek bir şey dışında. O’nun sürekli konuştuğu bir şeker
portakalı vardı benimse o an için sadece adını bildiğim hayali bir arkadaşım. O
Minguinho’ya anlatıyordu her şeyini, ben de Oğuz’a bahsediyordum. Düşün
gerçeğe, gerçeğin düşe karıştığı o incecik sınırda bitmek bilmeyen bir
yolculuktu bizimkisi. Satırların arasında kayboldukça ben Zeze oluyordum, Zeze
ise ben oluyordu, biliyordum. Küçücük bir mutluluğun nasıl kocaman bir dünyaya
bedel olduğunu da ondan öğrendim, acının en saf, en gerçek halinin tarifini de.
Benzer bir hayalin sahibi olduğumuzdan belki de, ben Zeze’yi taa yüreğimden hissettim.
Ah Vasconcelos, nasıl da dokunuvermiştin kelimelerinle hayal dünyama, ne olursa
olsun sahip çık onlara, asla vazgeçme dercesine nasıl da çıkarıvermiştin
karşıma o kendi küçük ama yüreği kocaman çocuğu. İyi ki denk gelmişim
kelimelerine o günlerde, iyi ki...
***
Oğuz’la
uzun zamandır görüşmüyoruz. Başka bir ülkede yaşıyor. Gerçekten var, gerçekten
adı Oğuz ve üniversitenin ilk senesinde gerçekten tanıştım onunla. Ben yine
anlattım, o yine anladı ve hatta bu sefer o da anlattı bana. Ne mutlu bana ki;
kendisi hala kimi gönderilmiş kimi saklanan pek çok mektubun sahibi.
Vasconcelos’un Şeker Portakalı ise sararmış sayfalarıyla hala kitaplığımda
elbette. En sevdiklerimin arasında, baş köşede, gözümün önünde. Arada bir
gözgöze gelince koca bir tebessüm oluşuyor yüzümde ve biliyorum ki tam da o an
Oğuz da beni düşünüp, bana gülümsüyor.
* “Okuma
serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de
çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar
kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?” diye sorulan
bir soruya cevap olmuştu bu yazı tam iki sene önce. Bugünse, uzun bir aradan
sonra tekrar okuduğum, okumakla kalmayıp bloguma da tekrar eklediğim bir yazı
oldu. Bu kitabı öğrencilerine okumaları için ödev olarak veren bir Türkçe
öğretmenimizin hakkında bu yüzden soruşturma başlatılmasına inat...
GÜN/ON ÜÇ
20 Sep 2012 11:19 PM (12 years ago)
Ne garip...bir zamanlar varlıklarını
an ve an kendine eklediklerinden, şimdi geride bıraktığın her günü birer birer düşüyorsun.
Kimbilir belki de böyle avutup kendi kendini, vazgeçişlere, eksikliğe,
sessizliğe böyle alışmaya çalışıyorsun.
Sakinleşiyor zamanla hayat.
Sakinleşiyor zamanla insan. Aklında, yüreğinde, vücudunun her zerresinde
dolaşıp duran, çarptıkça acıtan ve bağırtan acı bile, içine yavaş yavaş
yerleşip sakinleşiyor bir süre sonra. Bir elin aklında, diğeri yüreğinde
kendine kalıyorsun sadece. Kendinle kalıyorsun. Sanki en başından beri hep
varmış gibi içinde bir yerlerde, melodisini hatırlayıp da sözlerini unutmuş
olduğun bir şarkı gibi, hayra yorarak başkalarının bakışlarındaki deliliğini,
kendi kendine mırıldana mırıldana alışıyorsun. Suyun üzerinde sektirilen bir
taş gibi belki de; ne var , ne de yok, ne içinde, ne de dışında...Dibini
görebildiğin ve her damlasını hissettiğin bir su birikintisinin üzerinde hayata
değe değe durmaya çalışıyorsun. Yaşıyorsun.
Yaşıyorsun işte böyle. Değişen pek
bir şey yok. Hala zor ve bir o kadar acı. Hala soruların, sorguların, kendinle,
geçmişle hesaplaşmaların var. Ve hala her şeye rağmen düşünüyor, özlüyor ve
seviyorsun. Ama işte bir süre sonra bırakıyorsun ya artık kendini hayata, acı
dahil hiçbir şeyi ertelemeden, sadece kendi içinde olması gerektiği gibi
yaşıyorsun. Sakince ve zamanla geçer aldanışlarına kanmadan üstelik. Geçmez
çünkü, biliyorsun...

Zamanla geçer, derler. Geçer
elbet. Ama, zaman geçer. Geçip gider üstüne bir çizik atarak. Bazen ekleyip
sana, bazen senden birer birer çıkartarak. Zaman geçer gider hiç bakmadan
ardına, geçmişe hiç takılmadan, seni hiç görüp duymadan. Ama sen geçmezsen eğer
o zamandan, içindeki yaradan, acıdan, karanlıktan vazgeçip de kaldırmazsan eğer
başını gökyüzüne, geçmez işte. Gerçekten bitmesi için zamanla değil, zamandan hiç
değil, senden geçmesi gerek önce...
İşte sırf bu yüzden dostum öncelik
sen olmalısın, öncelik sensin. Aşk, acı, hüzün, mutluluk kısaca hayat adına iyi
kötü ne varsa onlar zaten en başından beri senin içinde. Sadece biri veya
birşeyler gün yüzüne çıkarıyor içinde olanı. Evet dışarı çıkarmalarına,
yaşamalarına ve yaşatmalarına izin ver. Ama senin içindeki hayatın, senin
hayatının sahibi olmalarına sakın izin verme. Çünkü o sana ait sadece, bir başkasına
değil. Bir başkası onu gün yüzüne çıkardı diye, asla böyle bir hakka sahip
değil. Olamaz da...
Aynen öyle, yavaş yavaş çıkacaksın
yüzeye. Ve evet, bazen yüzeye ulaşmak için dibe vurmak gerekir senin de dediğin
gibi. Arada sırada tek bir sözle, tek bir bakışla yalpaladığın olacak. Yüzeye
vardım sandığında, daha çok uzağında olduğunu fark ettiğin zamanlar olacak.
Elinin, ayağının, aklının, yüreğinin uyuştuğu, tutmadığı anlar olacak. Sen geçmişi
ardında bırakmaya çalıştıkça, geçmiş senin üzerine abanıyormuşcasına, boğuluyorum
sandığın zamanlar olacak. Hatta ayağına takılı bir taş gibi seni tekrar dibe
çektiği anlar da olacak. Ama eğer o taşı ayağına bağlayanın kendin olduğunu, en
dibe inebileceğin gibi, istersen o halatı çözüp yüzeye çıkmanın da sadece senin
elinde olduğunu unutmazsan o zamanların hepsinden geçer gidersin. Ve sen bunu yapabilirsin
dostum. Sen bu güce sahipsin.
O yüzden içindeki deniz seni
boğmadan, geçmişinde boğulmadan, çok geç olmadan çevir hadi başını tekrar
gökyüzüne...
27 AĞTS
26 Aug 2012 10:33 PM (12 years ago)

içimin acımayan,
temiz kalan tek yanı
iyi ki doğdun
iyi ki varsın annem...
CEBİMDEKİLER
15 Aug 2012 11:13 PM (12 years ago)

Lütfen üzerinizde metal olan her şeyi bırakın ve tekrar geçin” diyor güvenlik görevlisi, x-ray cihazının ben içinden geçerken çıkardığından daha metalik bir sesle. Genelde her şeyini çantasında taşıyan ve çantadan bir şey alması gerektiğinde bir hayli zaman harcamak durumunda kalan ben, bir yandan ceplerimi boşaltmaya çalışırken bir yandan da üzerimde metal olan ne var ki, diye düşünüyorum ister istemez.Bir yanım diğer yanımı yalancı çıkarmak istermiş gibi birkaç madeni bozukluk çıkıyor cebimden. Şaşırıyorum, çünkü bozuk paraları cebime koymak gibi bir huyum olmamakla birlikte sırf bunun için taşıdığım bozuk para çantam bile var aslında. Unutmuşum herhalde diyerek tekrar geçiyorum ama yine aynı ses çıkıyor cihazdan. Bu sefer güvenlik görevlisi konuşmak yerine bakışlarını metalleştirerek üzerime dikiyor. Tekrar sokuyorum ceplerime ellerimi.
Eskilerden, çok eskilerden kalma bir sinema bileti, her şeyi saklama huyum tarafından günün sürprizi olarak sunuluyor önüme. Aklıma o güne dair ayrıntılar geliyor, öncesine ve sonrasına dair görüntüler ışık hızıyla geçiyor belleğimden. Niyetlenip de dile dökemediğim birkaç güzel söz çıkıyor sinema biletinin peşi sıra. Kısa cümlelere sığdırılmış uzun anlatılar, küçük notlara yazılmış büyük anlar, bir eşyaya yüklenmiş kocaman anlamlar...Kimlere ve hangi zamanlara ait olduklarını düşünüyorum kısa bir süre, derken bulmuş olmanın sevinci kaçamak bir tebessümle yerleşiveriyor hemen yüzüme. Sonra birden, yaşanıp da bitirilmemiş, anlatılıp tüketil/e/memiş bazı sıkıntılı anlar beliriyor aralardan bir yerlerden. Karanlık, can acıtan, yok sayılan, hatırlanmak istenmeyen...İçimin gölgesi yansımış olmalı ki gözlerime “iyi misiniz” diye soruyor güvenlik görevlisi yanı başımda, ben isteksizce ceplerimi boşaltmaya devam ederken.
Belleğin en korunaklı, gizli kapaklı odasının kapısı gizlice açılmış gibi, elimi attıkça kimilerinin varlığını benim bile unuttuğum, unutmuş gibi yaptığım bir sürü şey dökülüyor önüme. Yüzü olmayıp da izi kalan insanlar, cevabı verilmemiş sorular, sessizliğin örttüğü zamanlar, kabuk bağlamış yaralar, bitirilmemiş öyküler, öznesi olmayan cümleler, ertelenen acılar, sebepsiz kırgınlıklar, kişiler, sözler, yaşamlar...Geçmiş yaşanmışlıktan çok, bir yük gibi sıkışıp kalmış belleğimde, ağır bir koku gibi sinmiş üzerime, adımları belirsiz koyu bir gölge gibi takipte yüreğimi.
Ellerimi ceplerimden çıkartıp masaya koyuyorum yorgun bir ifadeyle. Ne çok doldurmuşum ceplerimi diye düşünüyorum önümdeki koca yığına bakarken. Gerekli gereksiz ne çok şey taşımışım, hala da taşıyorum bana ağırlık yaptığını, beni zorladığını, yorduğunu, önümü tıkadığını bile bile...Ben kendi yüzümü saklayıp sakınırken göstermeye, ceplerim olduğu gibi içimi yansıtıyor önüme. Ceplerim içimin aynası gibi...
DİLEK
8 Aug 2012 9:56 PM (12 years ago)

Yanımda ol istiyorum sadece. Bana gül, bana inan, bana güven, bana anlat. Bir sabahını paylaş benimle, bir öğlenini geçir, bir akşamına yürü yanımda, bir geceni uyu. Bir sözünü bağışla, bir bakışını emanet et, en sevdiğin şarkıyı söyle, bir niyetini ilet...
Dedim ya yanında olayım istiyorum ben sadece. Çok değil arasıra hatırlanayım. İsmim dudaklarına, cismim gözlerine zaman zaman düşsün yeter. Sen ara sıra sev beni, aklına estikçe mesela, yüreğine bir rüzgarmışcasına değip geçtikçe...Yoğun ve yorgun geçen bir günün ardından, hiç ummadığın bir anda, bir tebessüm olup konayım avuçlarına. Hafifçe eğ başını, kıs gözlerini, al beni yerleştir yüzüne. Orada öylece kalayım.
CLOSED
30 Jul 2012 11:21 PM (12 years ago)

ARADIĞINIZ KİŞİYE ŞU ANDA ULAŞILAMIYOR.
HAYAT ALANI KAPALI VEYA KAPSAMA ALANI DIŞINDA.
LÜTFEN DAHA SONRA TEKRAR DENEYİNİZ...
ADAM!
20 Jul 2012 3:26 AM (12 years ago)

Gözlerinin göğünde yeryüzünün en dibine düştüğüm adam!
Bu taşıdığın nasıl bir sevdadır ki; ellerindeki kanları siliveriyor bir dokunuşta. Var oluyorsun! Bu kendine duyduğun nasıl bir nefrettir ki; ölmek için öldürüyorsun her vuruşunda. Yok ediyorsun!
Hadi durma şimdi; bana cennetinden bahset! Ölümün içine işlediği adımlarınla geçir beni karanlığından. Yalanlarını sunarak akıt hayatı. Zorla! Kim kendinden kaçabilir ki zaten, sakın korkma!
Sonra cehennemini anlat bana. Bir sevdayla bağlandığın hayatın kıyısından bak gözlerime. Yüreğinin aydınlığını saç. Saç ki gerçek dile gelsin. Ve her kelimen düğümlesin zamanı. Her kelimen temize çeksin tüm yaşananları. İtiraf et, sakın susma!
Ah adam!
Ne cennet, ne cehennem, ne aydınlık, ne karanlık, ne başka yer, ne başka zaman! Sen bana sadece kendini vadet. Vadet ki inanayım. Gözlerindeki aşka! Gözlerinin aşkına!
*Görsel: Deviantart

Olman gereken yerdesin şu anda. Kocaman bedenini sığdırdığın, değer verdiğin kadınla keyifli bir akşam yemeğini paylaştığın küçük bir masanın diğer yanında. Yerin neresi olduğuna dair tahmin yürütebilecek bir konumda değilim. Ne de olsa seni şu an sadece bir fotoğraf karesi üzerinden görmekteyim. Ama Arnavutköy’de bir balıkçı olduğu söyleniyor. Ve ben de söylenene inanıyorum. Ne yapabilirim ki zaten başka?
Hemen yan masada senin farkında olmayan bir adam var. Ya da baştan fark etmiş olsa bile –ki eminim fark ettiğine- şu anda senin orada olmanın hiçbir önemi yokmuş gibi davranan bir adam. Bir sohbetin tam ortasında yakalanmış gibi bir tebessüm ve henüz tamamlanmamış bir cümle asılı kalmış sanki ağzında. Kendi masasında, kendi zamanında, kendi keyfinde olan bir adam. Sesi, şamatayı, sevincin, heyecanın coşkuyla karışık taşkınlığa dönüştüğü halleri, göz önünde olmayı sevmezsin ya pek. İşte şu an tam da senin olmasını istediğin gibi. Sakin, sessiz ve durağan...Çapraz masada da birinin oturduğu dikkatimi çekiyor ama bir erkek olmasından şüphelendiğim bu kişinin yüzünü hiç görmüyorum ki bunun bir önemi de yok zaten...
Üzerindeki ceket tanıdık. Ekim soğuğundan –eskiden serin derdik belki ama bu sene gerçekten soğuk- bir parça da olsa koruyor olsa gerek seni. Tarihini hatırlamadığım, uzun saçlı zamanlarından kalma bir fotoğrafın geliyor hemen aklıma. Üzerinde aynı ceket, yanında fotoğraftan kesilip atılmış, kim olduğu belli olmayan biri. Fotoğraf yine benzer zamanlarda hatta belki de daha soğuk bir ayda çekilmiş olmalı ki boynunda yeşil bir de atkı sarılı. Gözlerinin rengini ortaya çıkaran yeşil bir atkı...
Sağ elin, belki anlamsızca, belki anlattığın şeye kendini kaptırmış olmanın etkisiyle, belki sadece bir refleks, belki de senin için çok değerli bir çift eli avucunun içerisine almak amacıyla havaya kalkmış olan sağ elin, o an için boşta, çenene yakın bir yerde asılı kalmış. Avuç içini saklamak istermişçesine kıvrılmış parmakların. Tamamlanmamış, gevşek bir yumruk gibi geliyor bir an için elinin görüntüsü sanki anlamını kendine sakladığın. Ama biliyorum ki sadece şaşkınlıkla yapılmış, başka bir niyetin yüklü olmadığı bir yumruk bu. Amaçsız, öylesine...
Akşamın karanlığını aydınlatan bir fener var masanın üzerinde. Işığı, solunda duran su dolu kadehine yansıyor. Senin gözlerindeki ışıksa tüm yüzüne...Bu bakışı biliyorum ben. Bu huzur, bu keyif, yüzüne yerleşip kalmış olan bu içten tebessüm hiç yabancı değil. Çok iyi tanıyorum. Gözlerin, yüreğine gelip yerleşen koca bir yaşamın habercisi. Birken iki olmuş gibi bakıyor artık. Sadece aşk bakıyor, aşktan bakıyor. Mutlusun, ve bu öyle belli ki...
Olman gereken yerdesin şu anda. Bu hayat oyununda, başrolü seninle birlikte paylaşan diğer kahraman, esas kadınla birlikte büyük bir tutkuyla bağlı olduğun sahnenin diğer yanında. Bense hiç olmak istemediğim ama hiçbir zaman da çıkamadığım izleyiciler arasından her zaman olduğu gibi seyretmekteyim seni. Olmam gereken yerdeyim yani. Salonda, numaralı koltuğumda oturuyorum işte. Sessiz, sakin, varken yok gibi...Bakma sol yanımın ağrıdığına, ağırlığına. Yüzümdeki, yüreğimdeki solgunluğa, sarılığa kanma sakın. Bilirim geçer. Son-bahar bu ne de olsa. Aldanma mevsimi...
*Görsel: Buradan alınmıştır.

Bir kapı eşiğinde bekliyordu, herhangi bir mevsimden kalma geçmiş zaman sözleriydi kendine yinelediği, eksik birşeyler vardı hareketlerinde, bir yarımlık, bir aksaklık, sanki uzatıp da elini kapatamadığı, adını koyamadığı bir yaşamdan üzerine hep hüzün, hep acı, hep yalnızlık esiyordu.
Üşüyen yüzüne baktım uzun uzun, ama okuyamadım zamanı. Ne bir kelimesine eklenebildim geçmişinin, ne de varlığım şimdiye değebildi, kendime bile yabancı kalıverdim bir anda, oysa o üzerine sinmiş eski zaman kokusu, hatırlayamayacağım uzun yollardan, yüzleşemeyeceğim anlardan, dile dökemeyeceğim hatalardan, çok uzaklardan geliyordu.
Hem herkesi andırıyordu, koca bir kalabalıktı kendini bile zor taşıyan, hepimizden bir parça vardı içinde, bir bakış, bir ses, bir yüz, bir iz, hem de bana, sana, ona, ardımda bıraktıklarıma, eski bir fotoğraf karesine, belleğin sakladığı pek çok ana, henüz düşlenmemiş bir yüze, hiç varılmamış bir zamana, hiçbirimize, hiç kimseye benzemiyordu.
Neden sonra farketti baktığımı. Gülümsedi.
“Rüzgarın esmesini bekliyor şimdi yüreğim” dedi, belli belirsiz bir sesle. Bir aynanın karşısında kendi kendine konuşur gibiydi, zaman akmıyordu.
“
Geçmişim, içimin denizinde can çekişen bir balık gibi, çekip de almalı, kurtarmalı onu artık. Alıp, aklımın kıyısından, anılarla beslediğim bir ömrün okyanusuna salmalı...”
*Görsel: Deviantart
ÖZGE'ME...
28 Jun 2012 9:48 PM (12 years ago)

kucak açtığın gökyüzü
sadece gözlerinde değil,
yüreğinde de olsun;
aşk dolu, umut dolu
ve her daim mavi...
nice senelere kardeşim
iyi ki varsın,
iyi ki!
ŞİMDİ!
20 Jun 2012 2:19 AM (12 years ago)

zamanı şimdi!
ne öncesi ne sonrası değil.
tam da bu vakit;
ellerinin ellerime,
gözlerinin gözlerime,
sözlerinin sözlerime
eklendiği bu an.
o yüzden sen adam
ne geçmişin gölgesinde harca beni
daha hiç yaşa/t/madan.
ne de geleceğin bilinmezliğinde yor.
sen sadece şimdi’den bak bana.
şimdi’de yaşa ve yaşat.
beni sadece şimdi’de/n sor!
*Görsel: Deviantart
ZAMAN
12 Jun 2012 10:59 PM (12 years ago)

Zaman...
Hafızama kazıdığım kadarsın, kazındığın kadar. Benden öte değilsin aslında. Benim kadarsın. Ne yaşadıysam, ne yaşattıysam o kadar varsın yüreğimde. Bazen koca bir ömüre hiçbir şey sığdıramamış gibi, boş ve anlamsız gelirsin. Geçip gidersin yanıbaşımdan, ne tutarsın beni kendi ellerinde, ne de tutulabilirsin. Bazense sadece 1 dakikaya bile koca bir ömür sığdırırım da ben, hep o anda kalıverirsin, hep o anla hatırlanırsın içimde...Adın mutluluk olur, güzellik olur, yaşam olur hep öyle dillenirsin...
Zaman...
Ben varsam varsın.
Ben koyarım adını
Ve sen o adla bende kalırsın...
4TMMZ
4 Jun 2012 11:32 PM (12 years ago)

Sana daha önce kendimi hiçbir yere ait hissetmediğimi söylemiş miydim? Geçmişin kökleri ne derece sağlam ve sıkıysa o kadar çok ve güçlü olur derler ya hani bu bağlılık, bu ait olma hali. Belki de ben; unutmuş gibi yaptığım ve çok ama çok derinlere atıp bir daha gün yüzüne çıkarmadığım içimdeki kopuk kopuk geçmiş parçaları yüzünden kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum. Ve bunu da en çok sıradan gündelik yaşantımın dışına çıkıp da, bu hafta sonu yaptığım gibi, başka şehirlerin, başka insanların, başka hikayelerin misafiri olduğum zamanlar anlıyorum.
Dün sabah denize karşı kurulu kahvaltı masasında da, o sıcağa rağmen yapılan ve saatler süren sahil gezintisinde de, çarşıda sokak aralarında dolaşılıp çay bahçelerinde verilen molalarda da, eve dönüşte yorgunluk nedeniyle 1 saatliğine sığınılan yarı uykulu yarı uyanık zamanlarda da, çatlayana kadar yediğim akşam yemeğinde de, balkonda deniz manzaralı ve bitmek bilmeyen davullu zurnalı kına alayının eşliğinde içtiğimiz şaraplarda da, gecenin sonunda çok uzaklardan gelen ama hemen yanı başımızdaymışçasına dinlediğimiz fasılda da, sana yazdıklarımda da bu düşünce içimde bir yerde hep vardı. Ve biliyorum ki ben nerede ne yapıyor olursam olayım hep de olacak...
İşte bu yüzden; bir sırt çantam olmalı benim, içinde birkaç önemli eşyam sadece. Ve ben yollarda olmalıyım, başka başka şehirlerde, başka başka insanlarla, başka başka öykülerde. Ne tanıdık ne de bir yabancı olmalıyım gözlerinde. İlk defa gelmiş gibi meraklı ve çekingen ama sanki öncesi de varmış gibi sıcak, samimi ve doğal karşılamalı, karşılanmalıyım. Tadını çıkarmalıyım orada olduğum her bir anın ve sonra tadında bırakarak her şeyi, alışmadan ve alıştırmadan gitmeliyim. Ama ardımda mutlaka birkaç insan, birkaç bakış, birkaç kelime, birkaç iz bırakmalıyım kendimden. Çok değil ama; beni tanımalarına yetecek ve bir o kadar da bana yabancı kalacak kadar. Bir gün o şehre tekrar gelecekmiş gibi ve bir o kadar da bu gidişin bir dönüşü olmayacakmış gibi. Ne ait olmalıyım, bağlanmalıyım o şehre ne de tamamen köksüz ve bağsız bir yabancı olarak kalmalıyım. Hiçbir zaman bulamayacağını içten içe bilse de hanını arayan bir yolcu gibi olmalı benim varlığım. Her seferinde hem bir geri dönüş hem de bir terk ediş gibi...
*İlk yayın tarihi: 05/07/10’
**Görsel: Buradan alınmıştır.
ZAMAN/SIZ
3 May 2012 2:21 AM (12 years ago)

olmadı!
sen saklarken yelkovanı
geçmişinin saatinde
bir gölge gibi sızardı içime
akrebin/in zehri
yazık ki zaman bile
senden yanaydı...
sen dün kaldın hep bende
ben sana hep yarım
hep yarın!
DİYALOG
18 Apr 2012 1:43 AM (13 years ago)

-Ö: Her cümle ucu açık cümledir. İnsan ilişkilerinde nokta anlamsız bir işarettir. Ya da kendine ihanet eden bir işaret. Nokta, arada kendini bir şey zanneden, ama virgülden öte bir şey olamayan bir varlıktır. Nokta koysan da koymasan da evrilir bir şeyler. Nokta koysan da koymasan da devrilir bir yerlere...
-Ben: Evet haklısın aslında. Nokta koysan da koymasan da birşeyler devrilir ve evrilir gerçekten de. Ama nasıl demeli; o nokta konmazsa eğer cümleler bir şekilde o uzantıda devam etmez mi? Hani noktalı virgül misali; aynı olmasa da yakın, yandaş, sırdaş, üzerinde hala ilk söylenenin gölgesi kalmış, sanki biraz eksik biraz yarım bir cümle gibi olmaz mı devamında kurulanlar? Olduğu gibi, olduğu haliyle bırakmak yinelemek olmaz mı zaten doğru dürüst kopamadığımız eskiyi? Böyle bir durumda yine bir cümle için değil de yeni bir cümle için nokta gerekmez mi? İnsan en azından buna inanmak istemez mi?
-Ö: Cümlelerin ucu açıksa gerçekle niyet birbirine karışıyor evet. Ama eğer bu, gerçekle niyeti beslemek ve niyeti gerçek yapmak içinse söyleyecek bir şey yok. Öte yandan, şunu da söylemeliyim ki insanlar her şeyi anlarlar emin ol...Anlarlar ama duymak isterler, anlarlar ama görmek isterler, anlarlar ama ucunu açık bırakma isterler...Herkes her şeyi anlar ama bazen anlamak istemez, bazen anlamamazlıktan gelir, bazen kelimelerle kendini sınırlamak ve bir sorumluluk altına girmek istemez, bazen başkasından bir adım bekler...
-Ben: Konmamış bir nokta umuttur ya aynı zamanda. Belki de insan anladığı halde, bildiği halde, zaman zaman başka yerlere çektiği halde, sırf o umudun hatrına, sırf o umut her şeye rağmen yaşasın diye kendi koyamaz da o noktayı, gelsin o koysun diye bekler. Sadece o koysun ister.
*Hayatımda olduğun, bana kattıkların ve en önemlisi varlığın için yine, yeni, yeniden teşekkürler sevgili Ö.
**Görsel: Flickr.com
RÜZGAR
11 Apr 2012 10:56 PM (13 years ago)

Rüzgarım. Asi, başına buyruk, ama buna rağmen gittiği yeri bilen. Usulum bu aralar. Sakinliğim baharın habercisi. Hafifçe, belli belirsiz süzülüveriyorum aralık bırakılan pencere kenarlarından, sokak aralarından, çocuk seslerinin yankılandığı evlerden, pürtelaş yaşanıp da giden hayatın içinden. Yavaşca değiyorum gözlere, yüzlere, kilit altı saklanan yüreklere. Değiyorum ve gelip geçtiğim yerlerden, değip geçtiğim yüreklerden topladığım masalları fısıldıyorum her birine. Vazgeçilmiş düşlerden, söylenmemiş sözlerden, kendilerinden bile sakladıkları hayallerinden bir şarkı tutturup söylüyorum.
Rüzgarım ben. Asi, başına buyruk, ne istediğini bilen. Geçmişten esip geliyorum önce; takılıp kalınmasın sakın, o dökülen yapraklar hep eski günlerden. Geleceğin belli belirsiz tasvirini çiziyorum düşüncelere; ne de olsa bahar her daim yenilenme mevsimi. Ama en çok şimdi’de konaklıyorum, şimdi’de biriktiriyorum bütün iyi niyetleri, dilekleri. Sen de farkındasın aslında; içindeki hayat sadece şimdi’de gizli. Dedim ya rüzgarım ben. Sen bana yüreğini aç yeter. Üşütmeyen ama şöyle bir silkeleyip kendine getiren varlığımla hatırlatırım sana her daim kendimi, kendini...
*İlk yayın tarihi: 24/02/11’
GELEN'E...
5 Apr 2012 1:23 AM (13 years ago)

Hiç aklımda olmayan bir zamandı, diyor. Düşünmediğim, beklemediğim, yüreğimde hissetmediğim bir zaman. Unutulanların, geçici bir hafıza kaybı yaşanmışçasına birdenbire hatırlatıldığı bir zaman. Zaten hep böyle anlarda gelmez mi diye, senin düşünmene fırsat bile vermeden karşına çıkıveren bir zaman. Göz önünde olana dair, göz önünde yokmuşçasına heyecanlandıran bir zaman. Bilinenlere rağmen, bilinmeyenin yoklandığı, istendiği, merak edildiği bir zaman. Sen öylesine umarsızca salınıp giderken hayatın içinden, burada ben de varım dercesine seni silkeleyip kendine getiren ve sarıp sarmalayan bir zaman...
İşte böyle bir zamanda geldi, diye ekliyor sonra. Sadece o’nunla gelmedi de üstelik. Bana sadece o’nu getirerek, varlığını birdenbire hayatıma ekleyerek gelmedi. Beni kendime ekleyerek geldi önce, varlığımı ilk önce bana hatırlatarak geldi. İçimdeki pek çok yastık altı hayallerini gün yüzüne çıkararak geldi. Anahtarları belki de bilerek kaybedilmiş kilitli kapıları açarak, bekleme odalarından beni çıkararak geldi. Baharın habercisi gibi geldi, kıştan beni silkeleyip çıkarırcasına...Şairin dizelerindeki gibi; öyle bir zamanda geldi ki vazgeçmek mümkün olmadı. Vazgeçilmedi...
NİSAN
2 Apr 2012 3:22 AM (13 years ago)

Nisan ayında iyimserlik, tıpkı yeryüzünün çekirdeğine yakın yaşayan ve dünya yıkılsa ölmeyecek olan kalın kabuklu böcekler gibi toprağın yedi kat dibinden çıkar ve göğün yedi kat üstüne tırmanır...Tam her şey bitti derken yeniden yaşama dönen bir hasta gibi...hayat yeniden bir şeylere kanar...ölümsüzlük hevesine kapılır...bir kabustan uyanır...gözleri bir daha hiç kapanmayacak sanır...aldanır.
ŞAHBAZ’IN HARİKULADE YILI 1979
MİNE SÖĞÜT
KİM/LİK
20 Mar 2012 1:56 AM (13 years ago)

kimsin sen?
hangi addan çağırmalı seni?
aynalardan hangi yüzünü toplamalı?
gidip de geldiğin yerlerden
hiç yer edin/e/mediğin yüreklerden
terk ettiğin ve edildiğin tüm iyi niyetlerden
hangisini sadece sana yormalı?
ne hayalin var?
kaçına sahipsin, kaçında mağlup?
zamanın neresinde takılı aklın?
kaç tekbaşınalığın çoğaltırken seni uçsuz bucaksız,
hangi kalabalıklarda azalıp kaldın?
sahi kimsin sen?
ne kadar kendinsin
ne kadarına bir yabancı?
avuçlarında hangi yaşamların gizleri saklı?
Gittiğim ve geldiğim yerlerden, zamanlardan bir türlü yetinemediğim, sığınıp da kendi içime kendime yetmelerimden, yaşayıp yaşayıp ölmelerimden ve her seferinde yinelemelerimden, hayatın tam da bitti dediğim yerinden kendimi yeniden bulup çıkarmalı. Ay bir sis bulutunun ardında şimdi. Güneşten çok uzak. Güneş belki de bir tuzak. Bil/e/mediğim...
sahi kimsin sen?
ne hayalin var?
hangisi gerçeğin?
*İlk yayın tarihleri: 02/07/09’ ve 25/08/10’
**Görsel: Buradan alınmıştır.
BİL/MEK
28 Feb 2012 1:53 AM (13 years ago)

Adını biliyorsun. Dudağımın ucunda takılı, düştü düşecek avuçlarına. Ama sen söylenmesine ramak kalmış o iki heceye bakma ve kelimelerin sıradanlığına, hali hazırdalığına kanma sakın. Senin asıl adın henüz yaratılmamış bir dilin ağırlığında. Olmakla olmamak arasında, gelmekle gitmek, söylemekle susmak sırasında. Geceyle gündüz gibi, bir üşütüp bir ısıtır gibi, her yarala/n/dığında sil baştan onarır gibi. Senin asıl adın dudağımın değil, yüreğimin iki ucunda. Hayattaki cehennem, ölümdeki cennet gibi. Şimdi sorsan tekrar bana, kaybetmişken bende kendini. Açıp da göstersem sana bir bir yüreğimdekileri, dile döküp de tekrar söylememe gerek var mı?
İçini biliyorsun. Denizin dalgalı bugünlerde, soğuk, maviden ırak. Bir ıslık gibi çalıyor kulaklarında geçmişin. Yüreğin yorgun, yüreğin belki de en çok kendine t/uzak. Başının üzerinde dönüp duran kuşlar fırtına habercisi. Her şeye rağmen gözümü karartıp da salsam kayığımı enginlerine. Bulaşmış olsam bir kenarından, kaybolup gitsem o ucu bucağı gözükmeyen sessizliğinde. Karanlığında eğilmesem, korkmasam, yenilmesem. Bekleyip de zamanını denk gelsem durgun sularına. İlk defa ayak basılmış gibi darmadağın topraklarına, kıyılarına çıkıversem. Destursuz dalıp da içeriye, yüreğine girmeme izin var mı?
Hayatı biliyorsun. Kimilerine göre bir oyun; rolleri, kuralları, özneleri, cümleleri değişen. Kimilerine göreyse gerçeğin en düşsüz hali. Bir gün var bir gün yok, bazen simsiyah, bazen renkli. Hep bir saklama, saklanma şekli. Ama ben olduğum gibi gelsem, geçiversem karşına. Ne oyun, ne gerçek, ne masal, ne düş vadetmesem. Sadece ben olsam, sadece seni istesem. En azından bu sefer denemeni beklesem. Bırak aşk boyunu aşsın desem uzatıp da elimi. Aynı denizde benimle birlikte yüzmeye cesaretin var mı?
*İlk yayın tarihi: 11/11/10’
**Görsel: Flickr.com
İHTİMAL
21 Feb 2012 12:54 AM (13 years ago)

İhtimaller çok. Ve ne çok düşünür insanın beyni böyle zamanlarda. Aklın sınırlarını zorlayıp durur sürekli. Kimi düşe yakın, kimi gerçeğe, yeni yeni fikirler üretir. Birini alır ekler diğerinin üzerine, olmadık anlardan olmadık olasılıklar türetir. Olumsuzluklar da gelir elbette akla ama o taşlar, tuzaklar, yol üzerindeki duraklar, geri dönüşler hatta hiç gitmeyişler ne var ne yoksa o yolun üzerinde, hep geriye itelenir. Hep iyiye, güzele, istediğine çıksın ister yolun/un sonu. Duası, dileği, niyeti hep bu yöndedir.
Ama ben şimdi, şu anda hiçbir şey düşünmüyorum.
İhtimal belki de hiç yok. Ne çok kararır insanın yüreği böyle anlarda. Göz kör, dil lal, kulak sağır kalır. Canı acır, farkında bile olmadan can acıtır hatta. Asılı kalıverir tam da o sınırda. Gevşer hayatla olan tüm bağı; koptu kopacak sanır ip, taşıyamaz sanır artık bu ağırlığı. Kendi mi hayata, hayat mı ona küs anlayamaz. Anlamak da istemez ya zaten kendi sorularına kendince vardır bir cevabı. Dua, dilek, niyet biter. Yaşam kendi dışındaymışçasına, bir pencere kenarından akıp gider.
Ama ben şimdi, şu anda hiçbir şey hissetmiyorum.
Gerçek; şu an durduğum sınır. Çaldığım ve cevap beklediğim kapı önü. Açılır mı, açılmaz mı, yoksa aralık mı bırakılır bilmiyorum. Ben sadece ellerim ceplerimde, dudağımın ucuna takılı kalmış ince bir şarkı, bir çocuk heyecanı ve kendinden emin birinin kararlılığıyla tam şu anda, tam da senin kapının önünde, bekliyorum.
Ve biliyor musun içim çok rahat. Çünkü sen şu an olduğun halinle, şu an olduğun yerde bile benim için zaten bir artısın. Biliyorum.