La Turca en Guatemala View RSS

No description
Hide details



Ixobel çiftliğinde bir gün 22 Mar 2011 5:18 PM (14 years ago)



Belize’de tanıştığımız dalış tutkunları Honduras’ın Utila adasını çok methettiler. Hiçbirimizin dalış sertifikası yok ama yılın belli zamanında balinaların toplu olarak bu adaların yanından geçtiğini duyunca, gitsek de, deniz üstünden bile olsa görsek balinaları diye düşündük. Ama ne yazık ki geçiş tarihleri 26-27 marta denk geliyormuş her sene... O nedenle güneyde, Guatemala-Honduras sınırındaki meşhur Copan harabelerini gezmeye karar verdik. Ancak Belize’den Copan’a oldukça uzak bir mesafemiz var. En kısa yolun yeniden Guatemala Flores’e geçmek, oradan Rio Dulce ve Guatemala’nın Karayip sahillerindeki birkaç yerleşim yerinden biri olan Livingston’ı ziyaret etmek olduğuna karar verdik. 

Flores ve Rio Dulce arasında Poptun isimli bir kasabada mola verdik. Buradaki Finca Ixobel (Finka İşobel) isimli çiftliğinin güzelliğini önceden duymuştum. Sahibi 20 yıldır Guatemala’da yaşayan bir Amerikalı bayanmış. 300 hektarlık bir alana yayılan bu çiftliği eşiyle birlikte kurmuşlar; ancak 90’ların başında, iç savaş sırasında kocası gerillalar tarafından öldürülmüş. Yine de Poptun’da yaşamaya ve çiftlikle uğraşmaya devam etmiş. Çiftlik hem küçük bir hostel, hem hara, hem de tarım yapılan bir alan. İçinde küçük, tabi bir gölü de var. Ixobel’den ayrıca, civardaki mağaralara tur almak da mümkün. Ama ben mağara seansımı ziyadesiyle Semuc Champey’de tamamladığım için oralı bile olmuyorum. Gelmişken,  ömrümde bir kez de olsa ata bineyim diyorum.
Çiftliğin müdürü İsrailli Erez’le geldiğimiz gün hemen kaynaştık. 3 yıldır Guatemala’da yaşadığını, ailesinin İsraile 40’lı yıllarda İzmir’den göçtüğünü söylüyor. Ailede eski İspanyolca dili olan Ladino konuşulduğundan kısa sürede İspanyolcayı öğrenmiş. Ata binme sevdamdan bahsedince, “Hiç bindin mi daha önce?” diye soruyor.  “Yooo” deyince, “O zaman sana en sakin atı verelim, seyisimiz de size eşlik edecek, meraklanma o sana göz kulak olur” diyor. 

Bana verdikleri beyaz atın adı Muñeco yani oyuncak bebek imiş... Çok sevimli, uysal birşey. Ama gelin görün ki üzerine çıktım, hayvan yürümüyor bile. Varsa yoksa etrafta otlasın, şaşkın şaşkın sağa sola bakınsın. Ben de bilmiyorum ki bu meret nasıl yürütülür. Bizim seyis Roberto ve arkadaşlar önden koptu gitti, ben arkada “beni unutmayın!” diye bağırıyorum. Sonunda baktık böyle olmayacak,  Roberto duruma müdahale etti. Muñeco’nun boynundaki uzun ipten çekiştirmeye başladı. Bir yandan da bana hayvanı nasıl yöneteceğimi anlatmaya çalışıyor.
Roberto önde ben arkada bir saat ormanda yol aldık. Bir saat sonra Muñeco’ya öyle alıştım ki ata binmiş olduğumu unuttum bile. Hayran hayran manzarayı seyrediyorum. Roberto, “Artık biraz tırıs gitmeyi öğren bakalım” deyip, atı nasıl hızlandıracağımı gösterdi. İki saat boyunca Muñeco’mla ormanda ilerledik. Nefis bir tecrübeydi!  

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Memleketim Belize’den manzaralar 21 Mar 2011 9:51 AM (14 years ago)

                                           Campeche meydanı - Meksika

Meksika’da Palenque harabelerini gezdikten sonra Karayiplere doğru yol almaya başladık. Bu kadar yakınına gelip Karayiplerdeki en güzel sahillere sahip olduğu söylenen Belize’ye geçmeden olmazdı. Meksika’nın güneyinde, Yucatan yarımadasında ilerliyoruz. Aslında bu bölgede çok önemli Maya harabelerinden Chichen Itza, ülkenin dünyaca ünlü tatil beldesi Cancun, Tulum gibi plajlar bulunuyor. Ama çok turistik bir yer olduğu için Cancun tarafına geçmemeye karar verdik. Onun yerine Meksika Körfezi’ndeki Campeche isimli kasabada iki gün konaklıyor, Meksika-Belize sınırındaki Chetumal’e inmeyi planlıyoruz.
Campeche, her ne kadar UNESCO Dünya Mirası şehirlerinden biri olsa da, burada tabiri caizse kuş uçup kervan geçmiyor. Kasabadaki tek turistler biziz sanki. Öylesine güzel, kolonyal bir şehir ki buradan tatil rehberlerinde bahsedilmemesine şaşırıyorum. Şehrin etrafı surlarla çevrili; surların dışına bizim İstanbul’daki sahil yoluna benzeyen geniş bir otoyol inşa etmişler. Sağlı sollu palmiyelerle kaplı. Sahil yolunda aile çay bahçesi benzeri üç beş küçük restoranda, kasabanın sakinleri tacos’larını yiyorlar. Şehrin içi de çok sakin, Meksika’nın kendi halinde bir kasabasında olmak çok hoşumuza gidiyor. 37’nci doğumgünümü de arkadaşlarımın güçlükle bulduklarını söyledikleri içi dondurmalı minik pastamla, sıvaları dökülmüş, tarihi bir han olan hostelimizin bahçesinde kutluyorum. 

Campeche’den Chetumal’e geçmek için 5-6 saatlik bir yolculuk yapıyoruz. Yolda birkaç kere askerler otobüsümüzü durdurup kimlik kontrolü yapıyorlar. Yucatan yarımadasının Karayipler sahilindeki Chetumal’den, güneydeki başkent Belize City ile San Pedro ve Caye Caulker adalarına tekne kalktığını öğreniyoruz. Ertesi sabah şehri hızla turlayıp, Belize’ye geçeceğiz.
Yolda tanıştığımız herkes bizi, Belize’nin Orta Amerika’daki diğer ülkelere göre pahalılığı ve suç oranının yüksekliği konusunda uyarıyor. Bu nedenle daha emniyetli olduğunu öğrendiğimiz adalara doğru yol almaya karar veriyoruz. Daha önce Guatemala Flores’te tanışmış olduğum bir Amerikalı, Belize City’de seyahat ederken öğlen vakti kalabalık bir caddede birilerinin yolda çevirip ağzına silah soktuğunu, üzerinde ne var ne yoksa soyup soğana çevirdiğini, korkudan şehri nasıl terk ettiğini bilemediğini anlatmıştı. Özetle, kaşınmadan Belize City’yi pas geçiyoruz...
Belize’nin kuzeydeki adalarından San Pedro, daha büyük ve turistik olanı. Hani şu Madonna’nın La Isla Bonita şarkısında aşık olduğu ada... Bineceğimiz tekne önce San Pedro’ya, daha sonra Caye Caulker’a uğrayacak. Biz de hangisinde kalacağımıza yolda karar veriririz diyerek Belize Express isimli acentede pasaport işlemlerimizi yaptırıyoruz. Gerçekten de bu coğrafyada sınırı geçmek için verdiğim en yüksek bedeli burada ödedim. İnşallah harcayacağımız paraya değer diye söyleniyorum. 

Gümrük işlemleri için küçücük bir iskeleye stand açmışlar. Efil efil rüzgar estiği için pasaportumu ve makbuzlarımı elimde zor tutuyorum.  Gümrük memuru Türk olduğumu öğrenince dik dik bana bakıyor, “Belize sizden vize istiyor mu acaba?” diye soruyor. “Yok efendim, ben buralara gelmeden önce uzun uzun araştırdım” diyorum. “Eğer vize istiyorlarsa onun için de bir para ödemen lazım çünkü, ben bir yetkili mercileri arayıp soracağım” diyor.  “Buyur tatlım” küstah bakışımla kendimden emin bir şekilde “sorun elbette” diyorum. Buradakilerin derdini anladım ben. Turistleri daha fazla nasıl yolarız mantığındalar. Sükunetle dakikalarca adamın geri gelmesini bekliyorum. Memurun yüzünde yine sert bir ifade var. “İstemiyorlarmış vize” diyor. “E tabi dedim ben size” diye sırıtıyorum.
Polisler iskelede yan yana dizmiş oldukları valizlerimizi köpeklere koklatıyorlar. Sonra bizim deniz otobüslerinin küçük versiyonlarını anımsatan teknemize kuruluyoruz. San Pedro’ya yolculuğun iki saat süreceği söyleniyor. Teknenin içinde duvarlara monte edilmiş koltuklardan başka birşey yok. Tuvalet de yok... sıkışırsanız altınıza edeceksiniz...
Belize sularına girene kadar, yaklaşık bir saat boyunca, müthiş dalgalı bir denizde ceviz kabuğu gibi sallana sallana ilerliyoruz. Görevlilerden biri, teknenin içinde klima falan olmadığı için, teknenin burnundaki küçük buzdolabından bira ve meşrubat çıkarıp “ister misiniz?” diye soruyor. Tuvaletsiz bir teknede bu riski göze alamıyorum. Al yanaklı İngiliz turistlerimiz ise birayı görünce altın bulmuş gibi seviniyorlar. Deniz dalgalı falan ama, ben ömrümde bu renk bir deniz görmedim. Öylesine berrak, öylesine yeşil-mavi, öylesine güzel ki pencereden hülyalara dalmış gibi denizi seyrediyorum. Karayip Denizi ondan böylesine meşhurmuş demek... Sağ yanımıza Belize’nin palmiyeli sahilleri görünmeye başlayınca kara görmüş korsanlar gibi seviniyorum. Manzara gerçekten de muhteşem...
Kaptan, pasaporttan San Pedro’da geçeceğimizi, daha sonra Caye Caulker’a ilerleyeceğimizi söylüyor. Zaten yolda kararımızı vermiştik, San Pedro’da değil, Caye Caulker’da kalacağız. San Pedro’nun ahşap, renkli evleri palmiyelerle çevrili. Önümüzde beyaz kumlarla nefis bir plaj uzanıyor. Yine küçük bir iskeleye yanaşıyoruz; çantalarımızı indirip sıraya diziyorlar. Sırada bekliyorum ama bir yandan da bir an önce kendimi adaya atmak istiyorum. Gözüm plajda reaggae ritimleriyle dans eden Afrika kökenli ada yerlileri ve turistlere takılıyor haliyle... Kafamın içinde La Isla Bonita şarkısı dönüyor: “I fell in love with San Pedroooo!”
Neyse ki sıra bana geldi. Tüm Belizeliler gibi saçları beline kadar uzun ve rasta gümrük memuru hanımefendi, giydiği üniforma ve üzeri taşlarla süslenmiş beş santimlik kırmızı uzun tırnaklarıyla çok absürd görünüyor. Pasaportumu alıp sayfaları karıştırmaya başlıyor. Sonra bir duralayıp bir bana, bir  pasaportuma bakıyor. Başlıyor gülmeye... Anlıyorum ki ismimi gördü. “Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Beliz, Belize’ye hoş geldin” diyor. Tabi ki ismime gösterdikleri tepki bununla bitmiyor, içeriden diğer memurlar çağırılıyorlar ki onlar da bu tarihsel ana tanıklık etsinler. Pasaportumun detaylarına bakmıyorlar bile, basıyorlar damgayı. “Hoşgeldin ülkemize, iyi tatiller diliyoruz” diyorlar. Bu sırada durum arkamda sırada duran diğer turistler tarafından da keşfediliyor ve herkes “Ay gerçekten adın Beliz miiiii?” diye neşeleniyor. Bu seramoni dolayısıyla çantama da kimseler bakmıyor, aynen tekneye geri dönüyorum. San Pedro’dan Caye Caulker’a varmamız yarım saat alıyor.
                                           The Split- ayrılma noktası
Caye Caulker, Belize adaları içinde en küçüklerinden biri. 1967 yılında meydana gelen bir kasırga sırasında adanın sığ olan orta bölümü sular altında kalmış. Kuzeyi ve güneyi arasında küçük bir boğaz oluşmuş. Adalılar, akıntının epey güçlü olduğu bu noktaya “The Split” diyorlar. Sanırım hepi topu 50 metre genişliğinde bir boğaz. Araya bir köprü inşa etme ihtiyacını da hissetmemişler. Adanın merkezi güneyde. Kuzeyde yalnızca birkaç ufak ev var. Burada yaşayanlar evlerine teknelerle gidip geliyorlar.
Eskiden bir İngiliz kolonisi olan Belize’de, bu coğrafyadaki diğer ülkelerin tersine birinci dil olarak İngilizce, sonra yerlilerin konuştuğu Croele dili ve üçüncü olarak da İspanyolca konuşuluyor. Paralarının üzerinde hala Kraliçe Elizabeth’in resmi var. Caye Caulker’da da Belize’nin tamamında olduğu gibi nüfusun büyük çoğunluğu, yüzyıllar önce  köle taşıyan gemilerden bir şekilde kaçmayı başarmış olan Afrika kökenlilerden oluşuyor.  Adalar, etrafını saran geniş atoller ve zengin sualtı hayatı ile meşhur. Dalış meraklılarının Karayiplerdeki uğrak yeri bu adalar...
Caye Caulker’a geldiğimiz anda buranın küçük bir cennet olduğunu düşündüm. Bembeyaz kumsallar, palmiyeler ve begonviller, rengarenk ahşap evler, bahçelere asılmış hamaklar... Adaya ayak basar basmaz reaggea müziği karşılıyor bizleri. Önce çok methini duyduğumuz Tina’nın hosteline doğru yöneliyoruz. Maalesef yer yokmuş... biz de kalacak bir yerler bulmak ümidiyle çantalarımızı sırtlayıp adanın içinde dolanmaya başlıyoruz. Haftasonuna denk geldiğimiz için her yer dolu... Güneş batmaya başlayınca yer bulamayacağız diye endişelenmeye başlıyorum. Son tekne adadan ayrıldı ve burası küçücük bir yer. Sağda solda kafası dumanlı rastalar, “halooo ma brada en sistaaa, from anada madaaa” diye ardımızdan bağırıyorlar. Çok ürkütücü görünüyorlar... Bir yandan da rüzgar şiddetini arttırmaya başladı. Öyle ki, artık yürürken zorlanıyorum... Sonunda kasabanın içinde Happy Lobster isimli bir pansiyona oda soruyoruz. “Burada yerimiz yok ama, adanın batı yakasında Split’e yakın bir yerimiz var. Merkeze biraz uzak, bilmem kabul eder misiniz” diyor resepsiyondaki. Şansımız olmadığını bildiğimiz için, tamam diyoruz. Ve sonradan, gündüz gözüyle de etrafa bakınca, adanın en güzel yeri olduğuna kanaat getirdiğimiz Marylin’s Place’te buluyoruz kendimizi.
                                           Caye Caulker'daki evimizAhşaptan beyaz boyalı, su basması tehlikesine karşı tüm ada evlerinin olduğu gibi yüksek sütunların üzerine oturtulmuş, plaja diklemesine uzanan, yan yana dört büyük odadan ve odaların önündeki geniş bir verandadan oluşan bir ev burası. Bahçesinde iki küçük kulübesi var; biri mutfak, diğeri ise duş ve tuvalet. Bahçemizin içinde palmiye ağaçlarımız ve denize doğru asılmış hamaklarımız da var! Bahçeden adımını atar atmaz iki metre ötede deniz ve sahilimizdeki iki tahta iskele... Buraya bayıldık, hemen tuttuk. Odamız da kocaman, ferah ferah...
Sabah uyanır uyanmaz yüzümü yıkamaya  denize koşuyorum. Deniz kenarında pelikanlar ve büyük beyaz kuşlar edalı edalı yürüyor, küçük deniz minareleri topluca kumda ilerliyor. Kuşları rahatsız etmeyeyim diye iskelenin birine yürüyorum. Billur denize bakınca kocaman deniz yıldızları, ömrümde görmediğim çeşit, renk ve güzellikte balıkları görüyorum. Sahilden 10-20 metre açıklıktaki sığ kumluk sularda iki adam bellerine kadar denize girmişler, balık avlıyorlar. Manzara muhteşem... Yüzerken sırıtmaktan ağzımı kapatamadığımı fark ediyorum. Yalnız bir taraftan da, köpekbalığı falan çıkar diye endişe içindeyim. Yanımda kimse yokken fazla açılmayayım diye düşünerek sığ sularda sahile paralel yüzüyorum.
Arkadaşlar da uyanınca adayı keşfe çıkıyoruz. Mevsim dolayısıyla ada doğu tarafından sürekli rüzgar alıyor. Ama akşamki kadar kuvvetli değil. Pansiyonumuz batıda kaldığı için biz rüzgardan hiç etkilenmiyoruz. Split’in tam ucundaki plaja Lazy Lizard (Tembel Kertenkele) isimli bir bar açmışlar. Genelde turistler buradan denize giriyor. Ufak turumuz sırasında anlıyoruz ki, ada kuzeyden güneye uzanan birbirine paralel üç bulvar ve onları enlemesine kesen birkaç küçük sokaktan oluşuyor. En güney uçta, pırpırlı uçakların inip kalktığı, pistine pist demeye bin şahit isteyen bir havaalanı var. Havaalanının biraz daha aşağısında ise bataklıklar uzanıyor. Burada timsahlar olduğunu öğreniyoruz. Ben ilk söylediklerinde, “yok canım, ada burası ne timsahı” falan dedim ama, sonra bizim evin önündeki iskelenin dibinde, suyun içinde kolumun yarısı büyüklüğünde bir timsah yavrusu cesedi görünce kani oldum. Allahtan büyüklerini görmedim hiç...

Adada hiç otomobil bulunmuyor, zaten bütün caddeler de kum... Burada normal arabaların ilerlemesi çok güç... Araç olarak elektrikli golf arabalarıyla bisikletler kullanılıyor. Genelde Çinlilerin işlettiği marketlerin önünde, dizi dizi kiralık bisikletler var. İlk günden hemen birer tane kiralıyoruz. Ben önü sepetli yeşil bir bisiklet kiralıyorum. Caye Caulker’da kaldığımız bir hafta boyunca her yere bisikletimle gidiyorum. Keyfime diyecek yok! Kiralık bisikletimi ayrıca, beni rastaların hışmından koruduğu için de pek sevdim. Gece-gündüz kafaları dumanlı gezen rastalarımız, önlerinden geçen dişi sineğe bile laf atıyorlar. Bizim memleketteki “Yavrum, hepsi senin mi” klişemiz yerine bunlar da, “Haloo baby girl, don’t turn your back on me baby girl, take me with you baby girl” şeklinde laf atıyorlar. Yalnız tabi laf atmakla kalsalar iyi, üzerine doğru hafifçe seyrelme, arkandan yürüme çabaları var. O nedenle ya erkek arkadaşlarımızı yanımızdan ayırmıyoruz, ya da bisikletle vın diye yanlarından geçiveriyoruz.
Adada sıradan bir günüm şöyle geçiyor: Sabah kalkıp denize atlama, kuruyana kadar hamakta biraz daha uyuma, bisikletime atlayıp markete gidip alışveriş yapma, kahvaltı, sonra sabah sporu niyetine yeniden bisiklete binip adayı turlama, geri dönüp yeniden denize girme, bir hamak bir deniz, bir hamak bir deniz... Akşamüzeri Lazy Lizard’a gidip ada sakinleri ve turistlerle kaynaşma, gün batımını izlerken Belizean rom ya da Belikin birası eşliğinde kokonatlı pilav ve conch (bizim deniz minarelerinin devasa olanı... Türkçe adını da bilmiyorum) ziyafeti çekme... Burada hayat gerçekten çok zor...
Tabi aslında dalış sertifikam olaydı, adanın keyfini daha çok çıkarabilirdim. Burası 15-20 metre uzunluğundaki balina köpekbalıkları, mannattee dedikleri dev vatoslar (onlar da 10 küsür metreymiş), nefis mercanlar ve atollerle meşhur. Dalgıçlar her gün adaya ağızları kulaklarında dönüyor, şu hayvanı gördüm bu hayvanı gördüm diye ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Biz de biraz olsun sualtı hayatını keşfedebilmek için bir snorkel turu alıyoruz.
İlk durağımız atoller... El Salvadorlu kaptanımız onu sürekli takip etmemizi, gördüğü balıkları dalıp bize işaret edeceğini söylüyor. Kaptanımız önde biz arkasında büyülenmiş gibi deniz dibini ve balıkları izliyoruz. Ömrümde görmediğim canlılar var. Mercanlar da rengarenk... Bir tane beyaz, kaya balığının çok büyüğü, patlak dudaklı kocaman gözlü balık, sanki her yerde beni takip ediyor. Bir ara göz göze bakıştığımıza yemin edebilirim. Biraz sonra yine kaptanın işaret ettiği minik mavi renkli sarı benekli balığa hayranlıkla bakarken, ileride bir başka tekneden inen grupta bir hareketlenme hissediyoruz. Sonra bağırışmalar geliyor. Kafamı suya sokup 5-6 metre ilerideki insanlara bakıyorum. Üzerine saks mavisi bir neopran giymiş yaşlı amca, suda debeleniyor. Dikkatle bakınca kocaman bir yılan balığının göbeğine saldırdığını görüyorum. Dehşetle suyun üzerine çıkıp tekneye geri yüzmeye başladık. Kaptanımız, “İşte bu nedenle beni takip edin ve çok yaklaşmayın hayvanlara diyorum. Üç beş kişi üzerlerine üşüşünce korkup agresifleşiyorlar” diyor.
                                           Kaptanımız köpekbalığı beslerken
Bir saat sonra bir başka yere doğru yön alıyoruz. Çok açıkta olmamıza rağmen burada sular çok sığ. Burada küçük, uysal (!) köpekbalıkları ve stingray’leri görecekmişiz. Şimdi kaptanın anlattıkları ve yılan balığı hadisesinden sonra sıkıysa dal suya! Ben tabi üç buçuk atıyorum ama, bir yandan da “herkes yapıyorsa bu işi madem ben neden yapmayayım” diye kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Tekne durur durmaz, zaten etrafımızda dolanan kahverengi köpekbalıkları net bir şekilde görülmeye başlandı. Kaptanımız “Ben önce bir girip besleyeyim” şunları deyince hafif bir taşikardi başladı bende. Teknede kimse yiğitliğe bok sürdürmüyor ama sinirlerin gerildiği belli.
                                           Stingray
Sonra denizden seslendi bize, “hadi gelin bakalım suya” diye... Ben tabi balıklar kapacaksa önden girenleri kapsın mantığıyla hemen atmadım kendimi. Baktım ortalık sakin, yüzler neşeli, en sonunda suya daldım. Etrafımız stingray ve köpekbalıklarıyla dolu. Bacaklarımıza sürünerek geçiyorlar. Önce bir içim çekiliyor tabi, sonradan alışıyorum. Kaptan, “dokunmak ister misin?” deyip bir stingray’i kucakladı. Korkakça elimi uzattım. Kadife gibi, yumuşacık... köpekbalıkları da öyle... önce sığ suda yanlarında yürüyoruz, sonra alışıp yüzmeye başlıyorum, kafamı da suya sokup snorkelle izliyorum. Bunu da yaptım ya, nasıl gururlanıyorum kendimle anlatamam...
Üçüncü ve son durağımızda kaptan bizi daha açıklardaki atollere götürdü. Burada kendimiz kafamıza göre dolaşabilirmişiz... Ben bu noktada kafi derecede sualtı dünyasıyla haşır neşir olduğumu düşünerek, teknede kalıp karpuz ve muz yemeye veriyorum kendimi... Kendimiz dolaşacakmışız, ne münasebet!  Snorkelle dalıştan başka hiç bir aktivite yapmadan, tembel tembel yatıyorum Caye Caulker’da. Zaten adada hayat çok zor...
  

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Maya medeniyetinin Meksika durağı: Palenque 8 Mar 2011 9:26 AM (14 years ago)



San Cristobal'den sonra yönümüzü Meksika'daki meşhur Maya harabelerinin bulunduğu Palenque'ye çevirdik. Beş saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından varabildik Palenque'ye. Yol boyunca yine bir sürü askeri barikatla karşılaşıyoruz, birkaç kez otobüsümüzü durdurup gelişigüzel kimlik taraması yapıyorlar. İndiğimizde kasabaya şöyle bir bakıyorum da gözüme çok sevimsiz görünüyor.
Daha önce San Cristobal'de broşürlerini gördüğümüz Yaxkin isimli hosteli aramaya başlıyoruz. Terminalin yanında tezgah kurmuş olan portakal suyu satıcısı kasabanın girişindeki meydana doğru yürümemizi, sonra büyük Maya insanı heykelinin yanından sağa dönmemizi söylüyor.Sırtımızda ağır çantalarla, yapış yapış sıcakta, kazılıp delik deşik olmuş yollarda yürümek tam bir eziyet. Yürüdükçe Palenque'nin daha da sevimsiz olduğunu düşünüyor, etrafımdaki gecekondudan bozma evlere, ağaçsız, çıplak yollara, insan kalabalığına bakıp 'neden geldik ki buraya' diyorum. 
                                           Palenque meydanındaki Maya hükümdarı Pakal anıtı
Garip bir şekilde, heykelden sağa döner dönmez sanki başka bir yerde buluyoruz kendimizi. Sağlı sollu palmiye ağaçlarıyla kaplanmış yollar, bahçe içinde şirin pansiyonlar, küçük oteller çıkıyor karşımıza. Ağaçlar ve sarmaşıklar öylesine ulu ki bir anda gölgede yürümeye başlıyoruz. 500 metre sonra geniş bahçesi ve küçük bungalov evleriyle Yaxkin karşımıza çıkıyor. Odamız da çok geniş; üç kocaman yatak, büyük bir banyo, ortada futbol oynanacak kadar geniş bir alan... Yerleşince resepsiyonun üzerindeki terasa çıkıp birer soğuk bira söylüyoruz. O esnada terasta bir grup turist meditasyon ve yoga dersleri alıyor. 
http://www.hostalyaxkin.com/# 
Yaxkin çok güzel ama kasabadan hiçbirimiz hoşlanmadık. Ertesi gün Maya piramitlerini görüp yola devam etmeye karar veriyoruz.
Kavurucu sıcak hafifleyince akşam yemeği yiyecek bir yer aramaya giriştik. Resepsiyondaki şaşkın bakışlı çocuk bize en yakındaki tacos restoranını tarif etti. Küçücük kasabada gideceğimiz yer çocuğun tarif ettiği kadar karmaşık değildir herhalde diye düşünüyorum. İspanyolcamız mı yeterli değil, çocuğun biraz zekası mı düşük diye kendi aramızda söylene söylene yürüyoruz. Sokakta adres sorduklarımız da çok yardımcı olmuyorlar. Sonunda tacos lokantasını bulduk. Beş altı tane tavuklu tacosu bir solukta mideye indirdim. Bu arada lokantada çalışan garson kız nemrutun teki. Arkadaşların istediği sos ve ketçapları neredeyse kafamıza fırlatacaktı.
Birkaç kişiyle tüm Meksikalıları genellemek istemiyorum ama, San Cristobal’de kaldığımız hostelde tanıştığımız Meksikalı Victor da, çok agresif ve kaba bir adamdı. Guatemalalılar, Meksikalılardan genel olarak hoşlanmazlar. Onları kaba ve agresif bulurlar. Acaba haklılar mı diye düşünmeden edemiyorum. Guatemala’da yolda yürürken yanlışlıkla kolunuza çarpan biri mutlaka pardon der, masadan kalkılınca ‘izninizle’ derler, yolda hiç tanımadığınız insanlar, eğer çok yakınınızdan geçiyor ve sizinle göz temasında bulunuyorlarsa mutlaka “günaydın, iyi günler” diyerek sizi selamlarlar. Meksika’da bunu deneyimlemek ne yazık ki mümkün değil.
Neyse, midemiz dolu bir şekilde odamıza döndük. Arkadaşlar önce terasa dönüp birşeyler içmeyi önerdi; ben de odaya uğrayıp yanlarına geleceğimi söyledim. Odamıza vardığımda, ışığı açar açmaz, sağda duvar kenarındaki yatağın yanında siyah bir kıpırtı gördüm. Nedir diye bakmaya çalışırken siyahlık yatakla duvar arasında kaybolup gitti. Herhalde bir kertenkeledir diye kendimi avutmaya çok da üzerinde durmamaya çalıştım. Yanlarına gittiğimde arkadaşlarım da jungle’da fazla vakit geçirmekten stres yabani hayvanlar konusunda stres küpüne dönüştüğümü iddia ettiler. Sonuçta burası tarantula örümceklerinin, yılanların, timsahların memleketi.... Nasıl bu kadar hafife alıyorlar anlamıyorum...
Belki de biz Türkler çok yabanıl hayattan çok uzakta, çok endişeli tipleriz. Birkaç hafta önce Semuc Champey’de kaldığımız otel odasında, gece yarısı uyandığımda yatağımın bitişik olduğu duvarda kocaman siyah bir örümcek görmüştüm. Yan yatakta uyuyan Amerikalı arkadaşa, “Uyansana! Duvarda kocaman siyah bir örümcek var” diye bağırdım. Arkadaşımın cevabı şu oldu: “Sabah hatırlatsana uyanınca bir fotoğrafını çekeyim...” Sonra istifini bozmadan uyumaya devam etti. Ben de ne yapayım; çektim battaniyeyi kafama tırsa tırsa uyumaya zorladım kendimi.
Odaya döndüğümüzde ben artık bana gülmesinler diye çaktırmadan sağa sola bakınıyorum, odada hiçbir hayvan haşarat göremiyorum. Karaltıyı gördüğüm yatağın sahibi Scott, gülerek kendini yatağa atıp, beş dakikada horlamaya başlıyor.
Sabah her zamanki gibi herkesten erken kalkıyorum. Arkadaşlar uyanmadan gazetelere göz atıp, birşeyler karalıyorum. Öğlene doğru Maya piramitlerine doğru yola çıkacağız. Kahvaltıya çağırmak için odaya geri döndüğümde, kapıyı açmaya çalışırken içeriden “oohhh, what the fuck?!”, “holly shit!” bağırtılarını duyup içeri daldım. Scott uyumadan önce yere attığı şortunu giymeye çalışırken bacağı gıdıklanmış. Bir de bakmış ki kocaman siyah bir akrep bacağında yürüyor! İki koca adam yataklarının üzerinde bas bas bağırıp tepinirken ben belli bir mesafeden, kapıdan doğru onları izleyip kahkahayı basıyorum. “Son gülen iyi gülermiş” atasözümüzü ileriki saatlerde anlatıyorum kendilerine. Onlar 10-15 dakika akreple zorlu bir mücadele veriyorlar. Kalın gezi kitabım “Lonely Planet”ın yardımlarıyla akrep birkaç parçaya bölünüyor.  
Kahvaltı sırasında resepsiyondaki şaşkına “Odamızdan akrep çıktı. Normal mi bu, temizlerken odalara bakmıyor musunuz?” diyecek oluyorum, çocuk şöyle cevap veriyor: “Burası tropikal ormanlık alan hanımefendi. Yüzüm büyüklüğünde örümcekler var bahçemizde, akrep ne demek. Merak etmeyin sokarlarsa hastanede hemen aşı yapılıyor.”
“Akşam şu terastaki meditasyon grubuna katılıp sakinleşmeye çalışacağım” diyorum arkadaşlara, kararımı yerinde buluyorlar. 

Palenque harabelerine gitmek için yine kasabanın meydanına gidip, “collectivo” dedikleri bizim minibüs ya da dolmuşların ayrı bir versiyonu olan araçlara biniyoruz.  Ormanlık alana doğru yirmi dakika kadar ilerledikten sonra, ulusal parkın önünde iniyoruz. Niyetimiz burada bir rehber kiralamak. Bir anda üzerimize satıcılar, rehber ister misiniz diyen yerliler saldırıyor. Sonunda kenarda küçük bir kulübe gözümüze ilişiyor. İçeride hoş bir Meksikalı bayan oturuyor. Kendisi İngilizce rehberlik yapıyormuş. Birlikte parka giriyoruz. 
                           Rehberimizin elindeki bu deri işlemenin aslı diklemesine bir resim. Hükümdar Pakal'ın 9 kat yer ve 13 kat gök arasındaki tanrı konumunu gösteriyormuş. Bazı komploteorisyenleri resme yan bakıp uzay gemisine benzetiyorlarmış... 

Palenque Maya harabeleri, Meksika Yucatan bölgesinin en önemli arkeolojik kalıntılarından biri kabul ediliyor. Buradaki piramitler ve yapılar, klasik dönem Maya kültürünü yansıttığı için önem taşıyorlar. Rehberimizin anlattığına göre MS 800’ler civarında kent, hükümdar Pakal zamanında en görkemli zamanlarını yaşamış.  Buradaki mimari, daha önce Guatemala Tikal’de gördüğümden oldukça farklı. Tikal’deki piramitler çok daha yüksek ve sadeydi. Palenque’dekiler ise daha kısa ama daha çok işlemeye, hiyeroglif ve resimlere sahipler. Palenque harabeleri içerisinde, Pakal ve annesinin mezarlarının bulunduğu piramit, saray kompleksi, yönetim binası, hamamlar ve birkaç büyük tanrıya adanmış olan piramitler ziyarete açılmış.
Hükümet görevlilerinin toplandığı ve önemli kararların alındığı sarayın arkasındaki büyük avlunun etrafına, çevredeki düşman ya da rakip Maya devletlerinden savaş sırasında esir alınan prenslerin resimleri  işlenmiş. Bir gurur tablosuymuş bu onlar için. Ama klasik dönemden önceki dönemlere uzanan Tikal harabelerinin aksine Palenque’de, kurban ritüelleri ya da taşlarına ait kalıntılara rastlamıyoruz. Rehberimizin söylediğine göre Palenque, siyasi karışıklıklar ve kıtlık nedeniyle İspanyollar Orta Amerika’ya varmadan çok önce yıkılmış. 

Ben artık Guatemala sempatizanı olduğumdan mı, Tikal’in beni büyüleyen yağmur ormanları içinde, sık ağaç ve bitki örtüsüyle kaplanmış olmasından mıdır nedir, Palenque’den o kadar etkilenmiyorum.   Oysa çok ihtişamlı, görkemli mimari yapılar bunlar. Hem gün yüzüne çıkarılabilmiş Palenque harabeleri tüm şehrin yalnızca yüzde 10’u imiş. İleride, ormanın daha yoğun olduğu alanlarda bine yakın binanın daha bulunduğu söyleniyor. Ama işte... nerede Tikal’de ormanın içinde yaptığımız 3,5 saatlik yürüyüş, nerede yarım saatlik Palenque turu... Ha bir de siz siz olun, harabeleri gezmeden bir gece önce tacosları çok kaçırıp mideyi bozmayın; kıvranarak tur almak da çok keyifli olmuyor.     

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Zapatistaların başkenti San Cristobal 1 Mar 2011 8:32 AM (14 years ago)


Aslında niyetim Rio Dulce’den yukarıya Livingston’a çıkıp oradan da Belize’ye geçmekti. Ama iki arkadaşım Antigua’dan San Cristobal’e gideceklerini söyleyince, güney Meksika üzerinden bir  yay çizerek Belize’ye inmeye karar verdim. Güney Meksika’nın batısındaki Chiapas eyaletinin merkezi olan San Cristobal,  deniz seviyesinden iki bin metre yükseklikte, İspanyol konolincilerden kurduğu eski bir şehir.  Chiapas, Maya nüfusunun yaşadığı, ülkenin en yoksul bölgesi. Bu bölge aynı zamanda, 1994 yılında San Cristobal’i bir süreliğine ele geçirerek otonom bölge ilan eden Zapatista (EZLN) gerillalarına ev sahipliği yapıyor. Herhangi bir devlet otoritesini reddeden Zapatistalar, Meksika hükümeti onları tanımasa da Chiapas’ta bazı alanları işgal etmiş durumdalar ve kendi otonom yönetimlerine sahipler. Zapatista destekçileri, yerliler ve pek çok yabancı, San Cristobal’in arabayla 1,5 saat uzağındaki komünlerde, otonom bölgelerde yaşıyorlar.  Bu kadar yakınımdayken Zapatista diyarını ziyaret etmeden olmayacaktı...  

Antigua’dan San Cristobal’e on saatlik yolumuz var. Meksika’da otoyolların daha düzgün, dolayısıyla ulaşımın daha kolay olduğunu duymuştum. Gerçekten de sınırı geçer geçmez yollar iyileşmeye başlıyor. Ama bu sınır da El Salvador sınırından farksız. Tepedeki “Meksika’ya hoşgeldiniz” tabelasını görmesek hudut kapısında mıyız, pazar yerinde miyiz anlamak mümkün değil. Bir kalabalık, bir curcuna... Sınırdan önce sağlı sollu sıralanan dükkanlar, yiyecek/içecek satan sokak satıcıları, sürekli peşimizde dolaşan dövizcilerle burası adeta Mahmutpaşa’yı andırıyor. Ne bir polis, ne bir asker, ne de bir güvenlik görevlisi.... Kimse çantalarımızı da aramıyor; pasaportlarımızı damgalatıp geçiveriyoruz. Bu sınır kapılarını gördükçe Orta Amerika’da uyuşturucu trafiğinin nasıl da kolay yapıldığını daha iyi anlıyor insan. Yalnız Meksika tarafına ilerlemeye başlayınca yollarda birçok askeri barikat olduğunu fark ediyoruz. Arada bizi durduruyorlar; bazen askerler otobüse binip etrafa bir göz atıyor. Ama anladığımız kadarıyla turistlerle değil de yerlilerle daha çok ilgililer. Zapatista avına çıkmış gibi görünüyorlar.
Sınırı geçtikten sonra en çok dikkatimi çeken Meksika’nın, binaları, insanlarının giyim-kuşamı ile Guatemala ya da El Salvador’a göre daha renkli görünüyor olması. Antigua’daki kolonyal evler de rengarenkti ama Meksika’daki renkler çok daha canlı. Çingene pembeler, mora çalan maviler, cart kırmızılar... Öyle ki kiliseler bile bu renk cümbüşünden nasiplerini almış. Tek bir kilisenin yeşil, sarı, mavi ve kırmızı ile boyandığını gördüm. Bu renk cümbüşünü seyrederken turkuaz rengi kocaman bir binaya gözüm takılıyor. Önce tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum. Kocaman bir kubbe, kubbenin tepesinde bir yahudi yıldızı, tepelerinde ay olan iki minare ve kapısının üzerinde büyük bir haç. Tam bir dinler mozaiği! Aracımız hızla ilerlediği için ancak girişteki “Tüm Dünya Kilisesi” yazısını seçebiliyorum. Nasıl bir ibadethanedir burası, çok merak ettim doğrusu...
Bu çok renklilik kendini San Cristobal’de de gösteriyor. Şehir aslında evleri ve arnavut kaldırımlı yollarıyla Antigua’nın bir büyük kopyası gibi. Ortasında büyük ana bir meydan, meydana bakan belediye binası, büyük bir kilise, hatta aynı Antigua’da olduğu gibi yan yana dükkanların ve kafelerin sıralandığı kemerli bir bina da var. 



Otobüsten şehrin meydanında indikten sonra Posada Mexico isimli hostelimize yerleşiyoruz. Buradaki diğer tipik evler gibi ortasında bir avlusu, küçük bir havuzu ile çok şirin bir yer. Yerleşir yerleşmez şehri keşfe çıkıyorum. San Cristobal dağların arasında konumlanmış bir şehir olduğu için öğleden sonra üçü geçince hava soğumaya başlıyor. Epey keskin bir ayazı var. Küçük esnaf lokantalarından kokular yükseliyor. İlk gün şehri kabaca turladıktan sonra daha önce burayı ziyaret edenlerden duyduğumuz Los Amigos isimli restoranı aramaya girişiyoruz. Şehrin kuzeyindeki pazar yerinin içinde Honduras sokağındaymış. Burayı bize şiddetle önermelerinin nedeni iki bira alınca yanında bedava yiyeceklerin gelmesiydi. Biraların sayısı arttıkça gelen porsiyonlar hem çoğalıyor hem de büyüyor. Epey bir yol katettikten sonra Honduras sokağını ve Los Amigos’u buluyoruz. Burası sarı plastik masa ve sandalyeleri, rengarenk balonları ve plastik çiçekten süslemeleriyle büyük bir esnaf lokantası.
Meksikalılar bu tipik esnaf lokantalarına cantina diyorlar. Çok şirin bir yer. İçerideki tek turistler bizleriz. Ben biradan pek hoşlanmıyorum ama, arkadaşlarım Scott ve Tim lokantanın ucuzluğu karşısında kendilerini kaybediyorlar. Biralar geldikçe yiyeceklerin sayısı ve çeşidi artıyor. Ben elbette yeme kısmında onlara yardımcı oluyorum. Bizim mezelere benzeyen çeşit çeşit salata, dürüm benzeri tavuklu tacos’lar, burritolar, karidesler geliyor... İki saat kadar amiyane tabirle geberene kadar yiyoruz. Bana iki saatten sonra fenalık basıyor. Arkadaşları cantina’da bırakıp şehir turuma devam ediyorum.
San Cristobal sokakları çok canlı. Her yerden müzik sesleri yükseliyor. Küçük hediyelik dükkanlara bakarken ne kadar çok Zapatista kartpostalı ve fotoğrafı olduğunu görüp şaşırıyorum. Kartların üzerinde ünlü Zapatista sloganları yazıyor: “Burada insanlar yönetir, devlet itaat eder”.  Kitapevlerinden birinde Zapatistalarla ilgili kitapları karştırırken karşıma çıkan yazıyla çok eğleniyorum.  Kitap şöyle diyor:  Zapatistalar 1994 yılında San Cristobal’e gelip şehri istila etti ve bir süreliğine yönetimi ele aldı.  Subkumandan Marcos, o esnada şehirde bulunan turistlere şöyle dedi: ‘Kusura bakmayın sizleri rahatsız etmek istemedik. Ama bu bir devrim.’
Şehirde komünlerden gelen birçok turist olduğunu gözlemliyorum. Bunların çoğu pejmürde kılıklı hipiler. Özellikle hipi kadınlar, sokakların sağında solunda çömelip örgü örüyorlar. Bu kadar çok hipiyi bir arada görmemiştim hiç...  
Üç saat sokaklarda turlayıp kaldığımız pansiyona döndüğümde çocuklar cantina’dan yeni dönüyorlardı. Beş saat orada oturup bira içip, yemek yemişler. Mecrburen akşamı pansiyonda geçiriyoruz. Onlar erkenden sızıyor, ben de ertesi gün buranın meşhur müzesi Na Bolom’a gitmek için hazırlık yapıyorum.
Sabah Scott hala sarhoş... Tim kendini güçlükle yataktan kaldırıp, “Seninle müzeye geleceğim” diyor. Kahvaltı edip yola Na Bolom’a doğru yola çıkıyoruz. Na Bolom, Chiapas’taki Maya Tzotzil dilinde “Jaguar’ın Evi” anlamına geliyormuş. Müze,  1950’lerde Danimarkalı arkeolog Frans Blom ve eşi gazeteci/fotoğrafçı İsviçreli Gertrude Duby tarafından kurulmuş. Meksika’da Maya kültürünün ve el sanatlarının korunması için 1940’lı yıllardan başlayarak önemli çalışmalar yapmışlar. Tzotzil yerlilerini fotoğraflamış, filme almış, yaşam biçimlerini incelemişler. Yağmur ormanlarından topladıkları arkeolojik bulguları koruyabilecek bir yer olmadığı için San Cristobal’de eski bir evi satın alıp 1950’lerde restore etmişler. Müze, Meksikalıların hacienda dedikleri, tipik, kolonyal bir bina. Blom-Duby çifti bu binada hem yaşamış, içinde hem bir müze hem de Mayaların yaşamlarıyla ilgili detaylı bir arşiv ve kütüphane oluşturmuşlar. Müzeyi gezmek zamanda bir yolculuk gibiydi adeta. Mayaların yağmur ormanlarında yaşarken kullandıkları eşyaları incelerken bir yandan da Blom-Duby çiftinin yaşam alanlarını gözlemliyoruz. Müze, çiçeklerle bezenmiş geniş avlusu, minik konser salonu ile bizi büyülüyor. Avluda bir saat keyif yapıp kahvelerimizi yudumladıktan sonra, Scott’ı uyandırmak için pansiyona geri dönüyoruz.


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Nehirlerden göle, gölden Karayiplere... 21 Feb 2011 4:10 PM (14 years ago)



Rio Dulce, İspanyolca’da tatlı nehir anlamına geliyor. Izabal gölünün tam ortasındaki bu köy  Guatemala’nın rivierası... Biraz karışık geliyor kulağa biliyorum;  gölün kenarında nehir ismini taşıyan bir köy... Zira Izabal, birkaç nehir kolunun okyanusa ulaşmadan önce birleşerek oluşturduğu büyük bir göl. Bu  gölün Karayiplere uzanan noktası yeniden daralıyor ve Izabal’ı bir tarafı ırmaklara bir tarafı okyanusa açılan bir göl haline getiriyor. Rio Dulce’den sonra, Karayipler kıyısında yer alan Livingston şehri, Guatemala’nın Belize’ye en yakın noktalarından biri. Rio Dulce’den bineceğiniz bir tekneyle Belize’deki adalara ya da aşağıya Honduras’a seyahat etmek mümkün. 
 
Ülkenin zenginlerinin Rio Dulce’de mutlaka bir evi ya da teknesi bulunurmuş. Bir de Amerikalı ve Kanadalı yat sahiplerinin uğrak yeri. Söylediklerine göre, Rio Dulce Karayip sahillerinde yatlar için en güvenli sığınaklardan biriymiş, o nedenle her yer lüks yatlar, katamaranlarla dolu.
Lanquin ve Semuc Champey’den sonra Rio Dulce’ye ulaşmak beş saatimizi aldı. Şoförümüz Rio Dulce’de herhangi bir banka ya da ATM olmadığı için önce Izabal gölünün başladığı nokta olan El Estor kentinde durdurdu bizi. İyi ki de para çekmişiz, Rio Dulce’ye varınca öğrendik ki buralarda kredi kartı kullanmak pek de makbul değil. Hem ülkenin zengin mekanı, hem de kredi kartı kabul edilmiyor... açıkçası ben de anlamadım. 






Rio Dulce’nin ana limanında, önceden methini duyduğumuz ve yer ayırttığımız Casa Perico’dan gelip bizi alacak olan tekneyi beklemeye başladık. Elbette kırk dakikaya yakın bekledikten sonra teknemiz hala gelmemişti. Elbette diyorum, çünkü Orta Amerika’da otobüslerin, teknelerin, kısacası tüm hizmetlerin inanılmaz yavaşlığına alışmanız, aksini beklememeniz gerekiyor. Ama biz Casa Perico’nun sahiplerinin İsviçreli olduklarını öğrendiğimizde belki biraz daha hızlı gelebileceklerini düşünmüştük. Anlaşılan onlar da buranın kültürüne ve iklimine ayak uydurmuşlar. Tropikal sıcakta kırk dakikayı devirdikten artık dayanamayıp hosteli arıyorum. Neyse ki konuşmamızdan 15 dakika sonra bizi almaya geliyorlar. 7-8 kişilik küçük motorlu bir tekneye doluşuyoruz. Gölün etrafı palmiyeler, damları bambu yapraklarıyla örtülü şık evler, masmavi bir gökyüzü ve rengarenk kuşlar bizi selamlıyor. Neredeyse her evin önünde birer ikişer yat olması dikkatimi çekiyor. Üstelik yatlar için yanları açık, tavanı kapalı büyük garajlar da yapmışlar. Biraz komiğime gidiyor açıkçası, görmemişin yatı olmuş diye düşünüyorum. 

Gölün El Gofete bölümüne bağlanmadan önce daralan boğazına yaklaşmadan önce, solumuzda uzanan nehir kollarından birine doğru dalıyoruz. Bu dar kollar ağaçlar ve sarmaşıklarla öylesine kaplı ki neredeyse güneş almıyor. İlerledikçe nehir, bir bataklığa benzemeye başlıyor, üzerinde garip böcekler, ömrümde görmediğim kuşlar, ağaçlara tırmanan kertenkele-iguana benzeri hayvanları görüyoruz. Bu geniş nehir kolundan bir başka küçük kola, oradan başka bir kola daha sapıyoruz ve birkaç dakika içinde karşıda Casa Perico’nun bambu yapraklı damını ve iskelesini görüyoruz. 






İskeleye çıkar çıkmaz Casa Perico’nun ahşap, iki katlı ana binasının, etrafı açık ilk katına ulaşıyoruz. Bu katı çevreleyen taraça birkaç ahşap masa, şemsiyeler, büyük bir bardan oluşuyor. Ana binanın üst katında iki küçük oda ve yatakhane var.  Aslında Casa Perico, nehrin kenarında olmasına rağmen neredeyse bataklık diyebileceğimiz yarı kuru yarı ıslak bir zemine yapılmış. Büyük ahşap direkler, ana binayı çevreleyen birkaç uzun iskeleyi birbirine bağlıyor. İskelelerin sonunda da yine ikişer katlı küçük bungalovlar oda olaak kullanılıyor. Biz birkaç kişi, altlı üstlü bir bungalova yerleştik. 

Benim yerleştiğim oda bungalovun alt katında, önünde kocaman bir taraçası, ahşap masası, sandalyeleri ve renkli bir hamağı var. Odanın önünde ve solundaki pencerelere cam yerine ince bir tel gerilmiş. Yataklarımızın tepesinde de cibinlikler takılmış. Odaya bayılıyorum ama etraftaki börtü böceği düşünmeden de edemiyorum. Neyse ki gelmeden önce önlemimizi aldık, sıtma haplarımızı yutmaya başladık.
Burada göle girip serinlemeye çalışmak pek tekin görünmüyor. Ama dinlenmek, gölde tekne turuna çıkmak, balık tutmak, dinlenmek için mükemmel bir mekan. Nehirde ve mağaralarda boğuştuktan sonra Rio Dulce bize çok sakin ve güzel geliyor. Sabahtan akşama kadar kitap okuyup tembellik ediyoruz. Üçüncü günden sonra “Bari bir gün yüzüne çıkalım, bir tekne turu alıp etrafı görelim” diyoruz.
Rio Dulce’nin en meşhur noktalarından biri olan San Felipe surlarına doğru yola çıkıyoruz. San Felipe, 1500’lü yıllarda Karayip korsanlarından korunmak için inşaa edilmiş. Casa Perico’dan San Felipe’ye ulaşmak için, gölün en yakın iki yakasını birbirine bağlayan büyük köprünün altından geçip El Estor yönüne doğru ilerliyoruz.

Yemyeşil bir burnun ucundaki San Felipe, bizim surların yanında minyatür görünüyor ama mimarisi çok sevimli. Bu burnu ulusal park ilan etmişler. Parkın içinde küçük çay bahçeleri, restoranlar, küçük plajlar ve bir de eski mezarlık bulunuyor.  Surlar öylesine küçük ki bir rehber almaktan vazgeçiyor, elimizdeki borşürleri okuyarak kendi kendimize dolaşıyoruz. Gölün manzarası ve tekneler buradan çok güzel görünüyor. Surlardaki turumuzdan sonra gölde yüzme sevdasıyla plajlara doğru koşuyoruz ama göl burada da çok kirli. Üstelik tam bir halk plajı. Piknik yapanlar, bulaşıklarını sahilde yıkayanlar bizim pijamalı tüplü halkımızı aratmıyor.
Sükut-u hayale uğrayıp bari mezarlıkları gezelim diyoruz.  Doğrusu mezarlıklar ulusal park ve surlardan daha renkli geliyor. Yeniden Casa Perico’ya tembellik yapmaya geri dönüyoruz.
     

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

“Kutsal su”da geçen bir gün 15 Feb 2011 7:03 PM (14 years ago)



Guatemala’dan ayrılmadan önce görmem gereken birkaç yer daha kalmıştı. Tanıştığım hemen herkesin “Guatemala’nın en güzel yeri”  olduğunu iddia ettiği Semuc Champey’i  ve ülkenin riviera’sı kabul edilen Rio Dulce’yi görmeden ayrılmak istemedim. Alta Verapaz eyaletinde, Q’eqchi (evet ‘keçi’ okunuyor) Mayalarının yaşadığı Lanquin köyüne komşu, Cahabon nehri kıyısında yer alan Semuc Champey, Maya dilinde “kutsal su” anlamına geliyor. Nehrin oluşturduğu doğal havuzlar ve mağaralarıyla ünlü.  Antigua’dan ayrılırken biletimizi aldığımız tur şirketi 6 saatte Semuc’a varacağımızı iddia etti; ama her zamanki gibi zamanlama tutmadı. 9 saatlik zorlu bir yolculuğun ardından varabildik. Yollar öylesine virajlı ve engebeliydi ki içimiz dışımıza çıktı.
Talihimiz varmış, yolculuk ettiğimiz minibüste çok neşeli bir ekip vardı: Yediği içtiği ne varsa diğer yolculara da ikram eden Arjantinli Lili, yolculuk sonunda öğrenci değil de aslında komedyen olması gerektiğine inandığımız, şapkasında ismi yazan Kanadalı Brett, yol boyunca çalan 80’lerin en korkunç pop şarkılarına kinayeyle eşlik edip, oturduğu daracık koltukta dans etmeyi başaran Amerikalı David, Guatemala’nın dünyaca meşhur(muş) romu Zacapa’dan şişelerce eve götürmeyi hayal eden, tek gözü şehla, İngiltere Leeds’li, muhteşem aksanlı insan Mike ve şu an ismini hatırlayamadığım diğer neşeli yolcularımız... Sanki kırk yıldır birlikte seyahat ediyormuşçasına yol aldık.
Lanquin’e varmadan bir süre önce şoförümüz bir tepede durup eliyle aşağıdaki manzarayı işaret etti. Kilometrelerce uzanan kısa ama sık sıradağlar, yemyeşil önümüzde uzanıyor. Durduğumuz yerden uzaktaki dağlar sanki çöllerdeki kum tepecikleri gibi sıralanıyor. Hepimiz fotoğraf çekmek için dışarı fırladık. Zaten saatlerdir oturmaktan bacaklarımız ağrımıştı. Makineyi zumlayıp aşağıdaki köye bakınca bir açık arazide köylülerin futbol oynadığını görüyoruz. Maya İdman Yurdu sanki... Bir süre futbola “soccer” diyen şaşkın Amerikalılara, aslında Amerikan futbolu dedikleri şeyin ayakla bir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyor, tüm dünyada bir fenomen olan futbola onların soccer demelerini esefle kınadığımızı söylüyoruz. (Tabi ki öncelikle Mike, Lili ve ben..) 






Molamızdan sonra önce bu bölgedeki en büyük şehir olan Coban’a, daha sonra da Lanquin köyüne uzanıyoruz. Yolcuların bir kısmı Lanquin’de iniyorlar. Biz ise nehir kıyısında olduğu için kalmayı tercih ettiğimiz Las Marias oteline, Semuc Champey’e doğru devam ediyoruz. Semuc Champey, derin bir vadinin dibinde, Lanquin ise en tepede. Aşağı doğru inerken yol buyunca çiftçileri, derme çatma bambudan evleri, kapıların önünde oynayan çocukları ve çamaşır yıkayan kadınları görüyoruz. Hepsi bize el sallıyorlar.
Las Marias’a inmemiz yarım saatimizi alıyor. Las Marias, hemen nehrin kıyısında, küçük şirin bir iskelesi, bungalovlardan oluşan ahşap odaları, güzel bir bahçesi var. Odama çantamı atar atmaz annemleri aramaya girişiyorum. Muhtemelen benim birkaç saat önce aramamı bekliyorlardı. Telefonumu çıkarıyorum, sinyal yok... Resepsiyona koşup “internet var mı?”  diye soruyorum; alaycı bir tebessümle görevli şöyle diyor: “Internet mi? Elektrik yok ki.... telefon da yok. Yani karasal hat var ama bazen çalışıyor. Elektrik yalnız akşam altı ile dokuz  buçuk arasında veriliyor. Ha bu arada, sıcak su da yok elbette...” Adama öyle bakakalmışım. Bizimkiler meraklanacak diye içime sıkıntı basıyor. Hatta adamların cep telefonunu kullanmak için para da teklif ediyorum ama, uluslararası aramalara kapalıymış. Sonunda görevlilerden bir tanesi, “Elektrik gelince bazen cep telefonları bahçenin şu köşesinden çekebiliyor” diyor. Elektrikle baz istasyonlarının ne alakası var anlamıyorum, yine boş boş bakıyorum. Tabi bir saat kadar elektriklerin gelmesini bekliyorum. Sonra adamın söylediği köşeye gidip telefonumda bir çizgicik belirmesi için dua ediyorum. Bir hareketlenme oluyor sonra, hemen numarayı çeviriyorum. Tabi dört beş deneme yapmam gerekiyor. Sonunda babama ulaşmayı başarıyorum;  ancak burada telefon ve internetin olmadığını, onlara birkaç gün sonra Rio Dulce’den ulaşabileceğimi söyleyebiliyorum. Zaten telefon da kapanıyor. 

Ertesi gün nehirdeki turkuaz havuzları ve Kan’ba mağalarını görmek üzere sabah kahvaltısından sonra yola çıkıyoruz. Rehberimiz Juan, önce benim Kuwai köprüsüne benzettiğim köprüden karşı yakaya geçip tepedeki mirador’a çıkacağımızı  ve nehrin manzarasına bakacağımızı söylüyor.  Nehrin kenarından vadinin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Köprünün üzerinden vadi ve nehir çok güzel görünüyor.  Karşı kıyıya geçer geçmez tırmanmaya başlıyoruz. Öyle dik ki nefesim kesiliyor ama tırmandıkça manzara güzelleşiyor. Mirador dedikleri yer ufak ahşaptan bir balkon. Aşağıda boydan boya vadi ve nehrin oluşturduğu havuzlar görünüyor. Artık inişe geçeceğimiz için memnunum. Yukarı çıkana kadar öyle tıkandım ki kalp krizinden gideceğim sandım.
Aşağı inerken rehberimiz ve Semuc’a birlikte geldiğim Chris, her türlü hayvan haşaratı ve bitkiyi inceleyip fotoğraf çekiyorlar. Renkli tırtıllar, kocaman örümcek ağları, kökleri kayalara dolanmış ağaçlar... Juan, bir ağaca yaklaşıp palamut şeklindeki meyvelerden birini koparttı ve içini açtı. Küçük küçük nar taneleri sanki... İsmini elbette hatırlamıyorum. Ama parmağını meyveye daldırınca kıpkırmızı bir boya çıktı ortaya, bununla suratımızı boyayıp bizi doğayla uyumlu bir hale getirdi. Artık kendimizi daha çok yerli gibi hissediyoruz. Boyaların iki gün yüzümüzden çıkmayacağını bilseydim elbette ilk başta bunu yapmasına izin vermezdim... 






Nehir kıyısına indiğimizde sevinçle çantalarımızı fırlatıp suya atlamaya hazırlanıyoruz. Ama Juan bizi yine durduruyor. Kenardaki çöp kutusunu işaret edip, “buraya gelin” diyor. Biz merakla çöp kutusuna bakarken o da elindeki sopayla içini karıştırıyor. Sonra o korkunç sıçan benzeri yaratık (bir nevi possum imiş kendisi) bize doğru hırlıyor. Aman ne güzel! Huzur içinde masmavi sulara atlayacakken bize bu korkunç şeyi niye gösterdi ki? Chris tabi çok heyecanlanıyor, ben ikisini de çöpün yanında bırakıp suya koşuyorum. Burası nefis bir yer! Su inanılmaz berrak, ılık ve tertemiz.... O sırada minibüste birlikte seyahat ettiğimiz Brett’i görüyorum. Ayağında patik mi çorap mı olduğunu anlamadığım garip komik şeylerle havuzlarda dolanıyor. Suda oturup sohbete başlıyoruz, insanın buradan kalkıp yürüyesi gelmiyor. Bu sırada Juan ve Chris çocuklar gibi şenler, havuzdan havuza atlayıp birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar. Bir yerlerini kıracaklarına son derece emin olduğum için atlarlarken bakmamaya çalışıyorum. Yara almadan sudan çıkmalarına şaşırıyorum.

Bir saat kadar nehirde keyif yaptıktan sonra, yine geriye, köprüye doğru dönüyoruz. Karşı kıyıya geçip öğle yemeği yiyecek, sonra da Kan’ba mağaralarına gireceğiz. Bu noktada Juan bizi bırakıyor ve adını nedense bir türlü öğrenemediğim başka bir rehber devralıyor. Minik şelalalerden yukarı tırmanarak mağaraların girişine geliyoruz. Rehberin söylediğine göre Kan’ba mağaraları 11 kilometre uzunluğunda, biz bir iki saat boyunca çok küçük bir kısmını göreceğiz. Girişte önce şıpıdak terliklerimizi ayaklarımıza sabitlememiz için plastik ipler veriyorlar elimize. Sonra da herkese birer mum. Mağaranın içine doğru, dizimize kadar gelmeyen sığ sularda yürümeye başlıyoruz.  Bir süre sonra suların akıntısı güçlenmeye başlıyor ama hala sığ. Tepemizden tanımlayamadığım (cırk, curk mu desem... ) saçma sesler geliyor. “Yarasalar” diyor rehber. Başına geçirdiği fenerle tepeye bakıyor; evet biz de görüyoruz uçuştuklarını. Eh, pek tabi mağarada yarasadan doğal ne olabilir ki? İlerlemeye devam ediyoruz. İçerisi giderek kararıyor, sağımız solumuz sarkıtlarla dolu. Bazı bölümlere merdivenler yerleştirmişler, yukarı doğru tırmanıyoruz. 

Sonra irili ufaklı havuzlar oluşuyor önümüzde. “Burada yüzeceğiz artık” diyor rehber. Bir elimde mum, diğerinde su geçirmediğine inandığım (denizde geçirmiyordu meret, mağaraya dayanamadı) fotoğraf makinemle, akıntı ve karanlıkta yüzmek zor işmiş. Biz yüzerken rehberimiz bir dağcı edasıyla mağaranın duvarlarında yürüyor. Utanmasa tavanda yürüyecek. İlerlerken bazı yerlerde durup bize küçük karides benzeri yaratıklarla, su kakalağı olarak tanımladığı iğrenç haşaratları gösteriyor. Bu noktada sinirlerim oynamaya başladı. Bir saattir içerideyiz ve hala ilerliyoruz. “Anladık bu şimdi 11 kilometre böyle devam ediyor, daha ileride enteresan birşey mi göreceğiz? Mesela timsah falan mı çıkacak?” diyorum. Rehberle Chris çok gülüyorlar ama benim sinirlerim gerçekten gerilmeye başlıyor. Neyse ki gerginliğimi fark ettiler de, dönüşe geçmeye karar verdiler. Rehber, “Önümüzde bir havuz daha var, onu da görüp geri döneceğiz” diyor. Ben artık oflaya puflaya ilerliyorum. Ayrıca içeride donmaya başladık. Hepimiz tir tir titriyoruz. Neyse ki son havuza geldik. Burası tepedeki kayalardan havuza atlamak için çok elverişliymiş, meğer ondan gelmişiz. Bu noktada artık dayanamayıp Türkçe “Yok artık!” diyorum.  “Ne yaparsanız yapın, ben bu kenardaki  kayacıkta bekliyorum.” Rehber ve Chris o karanlıkta kayalara tırmandılar. Tepede hararetle birşey konuşuyorlar, suların sesinden duyamıyorum. Aşağıda durup onlar atlarken fotoğraf çekmekle görevlendirildim. Önce rehber, sonra da Chris atlıyor. Aman ne neşeliler.... “Ne konuştunuz tepede öyle?” diye soruyorum Chris’e. Rehber demiş ki, “Havuzun içinde diklemesine kayalar var. Şuraya atlama, şuraya da atlama, ortaya şuraya atla.” Ölmek için bu çaba nedir, anlamıyorum... İkisi de atladıkları için öyle şenler ki şaşarsınız. Neyse, sonunda dönüşe geçtik. Tabi ben hızla yüzüp oradan çıkma sevdam yüzünden bir iki kere ayaklarımı dipteki kayalara çarptım. Ciğerimden Türkçe küfrederken onlar daha da eğlendiler.  Çıkışta elimize kocaman siyah şambrelleri tutuşturdular. Nehirden aşağı Las Marias’ın önüne kadar bunlarla gidecekmişiz. Nehre ayağımı sokuyorum, buz gibi... Yukarıdaki havuzlar gibi değil. “Ben yürüyorum valla, bu kadar su yetti bana bugün” diyorum. Onlar nehirden, ben karadan Las Marias’a geri dönüyoruz. 



Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Kaçakların ve kendini arayanların diyarı 10 Feb 2011 6:20 AM (14 years ago)


İyi kötü iki ayı devirdim bu ülkede. Hem gönüllü çalışırken hem de kısa seyahatler yaparken sürekli yeni insanlarla tanışıyorum. Burası hiç aşina olmadığım, farklı bir coğrafya. Tabiatı, tarihi bizim memleketten çok farklı. Ama yine de burada gördüğüm, tanıdığım hiçbir şey beni insanların hikayeleri kadar şaşırtmıyor. Guatemalalılar çilekeş bir halk; herkesin hayatı zorlu burada. Bir de Orta Amerika’ya gönüllü çalışmaya gelen, ya da bir şekilde ülkesini bırakıp burada yaşamayı seçen bir kitle var. Yaşadığı toplumda dışlanan, işlediği bir suçtan ötürü saklanan, vicdan azabı çekerek ruhunu temizlemek isteyen, ülkesinde, işinde tutunamayan, aile hayatında travmalar yaşayan ya da en basiti toplum için birşeyler yapmak isteyen, benim gibi  rutin hayatını geride bırakmak adına kendini yollara vurmuş kim varsa soluğu burada almış sanki...
Üniversite öğrencileri dışında, buradaki gönüllülerin ya da gezginlerin mutlaka çarpıcı bir hikayesi var. Kimileri benim gibi yetim çocuklarla, kimileri huzurevlerinde yaşlılarla, kimileri inşaatlarda, bazıları Maya köylerinde, okullarda, tarlalarda çalışıyor. Biraz buranın çetin çalışma koşulları, biraz da kendini gizlemeden yeni bir topluluğun parçası olabilme özgürlüğü gönüllüler arasında farklı bir bağlılık, kardeşlik duygusu yaratıyor. İster arkadaşınız olsun ister olmasın, tanıştıktan kısa bir süre sonra insanlar buraya geliş nedeninizi soruyor. Önce ben anlatıyorum, sonra onlar anlatıyor.
Bir süre önce Antigua’nın pek meşhur barı Cafe No Se’nin işletmecisiyle sohbet ederken, burada yaşayan insanların hikayelerinden çok etkilendiğimi söyledim ona. “Yıllardır burada hizmet veriyorum; artık insan sarrafı oldum sayılır. Açık açık anlatıyorlarsa hikayelerini, o insanlardan çekinme. Hiçbir şey anlatmayanları iyi gözle” dedi.  Sonra devam etti: “İki yıl boyunca burada yaşayan ve neredeyse her akşam bizim bara gelen orta yaşlı, Amerikalı bir adam vardı. Güleryüzlü, samimi konuşan. Ama hiç birimiz kimdir, nedir bilmiyorduk. Sormak da aklımıza gelmedi. Barda geyik muhabbeti yapıyorduk yalnızca. Bir gün adamın evini FBI’ın bastığı haberi geldi. Meğer en çok arananlar listesindeymiş.” Bu öyküyü dinlerken dudağım uçukluyor. O gün bugün tanıştığım insanlara neredeyse ahiret soruları soruyorum. Ne iş yapar, ailesi nedir, buraya neden gelmiş, Facebook’ta hesabı var mıymış.. vs vs...
İnsanların özel hikayelerini buraya yazıp yazmama konusunda çekincem oldu önce... Kimilerinden izin istedim, kimilerini zaten yalnızca bir kez gördüm. Daha sonra isimlerini zikretmeden yazmaya karar verdim. Aklımda en çok yer edenleri, onların anlattığı gibi, aynen aktarıyorum:
***
“İtalya’nın küçük bir kasabasında, çiftçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldim. Babamla birlikte çiftçilik yapıyordum. Tembelliğim yüzünden, iyi bir eğitim de almadım. Hep bulunduğum yeri terk etme hayali kurdum. 20’li yaşlarımın başında seyahat etmek için para biriktirmeye başladım. Ama çok uzağa gitmek istiyordum, mümkün olduğu kadar evden uzaklaşmak... Birkaç yıl para biriktirdikten sonra Orta Amerika’ya geldim. Aylarca oradan oraya gezip durdum. Partilere katıldım, içtim, eğlendim. Sonunda param tükendi elbet. Ama geri dönmek istemiyordum. O günlerde tesadüfen tanıştığım bir arı yetiştiricisine onunla çalışıp çalışamayacağımı sordum. ‘Tamam, ben sana işi öğretirim; zaten adama ihtiyacım var’ dedi. Beş yıldır onunla birlikte, ülkenin ortasındaki dağlık bölgede arı yetiştiriyorum. Yılın yarısında arı üretiyoruz. Ürünleri aldıktan sonra 6 ay boyunca rahatım, seyahat ediyorum. Bu işi çok sevdim ayrıca. Biliyor musun kraliçe arı yetiştirmek nasıl da eğlenceli birşey? Önce kovandan bir dişi alıyorsun, sonra böyle yatay değil de, dikey bir şekilde yerleştiriyorsun kovanlara....”
***
“Buraya ilk kez 15 yıl kadar önce Amerikalı misyonerlerle geldim. Rahibelerin kurduğu bir yetimhanede çalışmaya başladım. Çocuklarla ilgili çok şey öğrendim o yetimhanede. Ama katolik rahibelerin nasıl katı olduklarını tahmin edersin... Çok kötü şeyler gördüm, disiplin adına çocuklara neler yaptıklarına, onlara nasıl davrandıklarına inanamazsın. Açıkçası orada gördüklerim katolisizm konusundaki düşüncelerimi değiştirmeye başladı. Ben de birkaç yıl sonra Yehova Şahitleri’ne katıldım. Dindarlık konusunda giderek radikalleştiğimi düşünüyorsun değil mi? Ama öyle olmadı. İşte bugün, 15 yıl sonra bir ateistim. Sanırım din konusundaki en uçları yaşadığım için. Bazı tanıdıkların vasıtasıyla Amerika’da bir melek yatırımcı ile irtibata geçtim. Şansım varmış, bana inandı. Şimdi özel bir yetimhane işletiyorum. Buradaki çocukları da dinden uzak tutmaya çalışıyorum.”
***
“Amerikalıyım. İyi bir çocukluk geçirdiğimi söyleyemem. Evde sürekli şiddet ve dayak vardı. Zaten annem de babam da dar kafalı insanlar. Ben evdeki o korkunç hayata rağmen okumaya devam ettim. Oradan bir tek iyi bir eğitim alarak kurtulabileceğimi biliyordum. Ailemle kuramamış olduğum yakınlığı arkadaşlarımla kurmaya çalıştım hep. Üniversitedeyken kampüsteki en havalı partileri ben düzenlemeye bakardım. Bir süre sonra –güleceksin ama kendim kullanmamama rağmen- arkadaşlarım için uyuşturucu temin etmeye başladım. 21 yaşındayken bir gün arkadaşlara uyuşturucu getirirken polis beni yakaladı. Benim bir satıcı olmadığımı onlar da anladılar aslında. Israrla kimden aldığımı sordular. Biraz korku, biraz da ‘ispiyoncu değilim ben’ ısrarım yüzünden söylememekte direndim. Cahillik işte... Hapsi boyladım tabi. Üç yıl yattım içeride. Çok kötü şeyler gördüm, inanamazsın. Bazen oradan nasıl sağ çıktığıma ben bile inanamıyorum. Bir gün unutmuyorum, bir çocuk tacizcisi geldi. Hemen bellediler adamı tabi. Yemekhanede iki masa önümde, adamın boğazını kesiverdiler. Üstümüz başımız kan oldu... Tamam, daha detay anlatmıyorum, rengin döndü senin... 6 yıl oldu hapisten çıkalı, hala bunun gibi bazı olaylar rüyalarıma giriyor. Biliyorum çok derli toplu görünüyorum değil mi? Bu geçmişim yüzünden sanırım, hep giyimime özen gösteririm. Saç traşımı, boyumu posumu görenler hep ‘asker misin?’ diye soruyorlar bana. Hapisten çıkınca okulu dışarıdan bitirdim. Okuduğum mesleği yapmıyorum ama, kendime ait bir boyacı dükkanım var. Evleri, dükkanları falan boyuyoruz. Küçük de olsa bir ev yaptım kendime. İçerdeyken, hapisten çıkınca yapacaklarımı listelerdim sürekli. İş kurma, ev sahibi olma işini hallettim. Burada gönüllü olarak bir yetimhanede çalışıyorum. Boya ve tamirat işlerini yapıyorum. Gönüllü çalışmaya ve seyahat etmeye devam edeceğim. Topluma faydalı birşeyler yapabilmek benim için çok önemli. Beni yargılamadan dinlediğin için teşekkür ederim.”
***
“İngilizim ama beş yıldır Avustralya’da yaşıyordum. Avukatım. Çok büyük bir yatırım bankasında hukuk danışmanı olarak çalışıyordum.  Hayatım boyunca çalıştım durdum, hep iyi bir öğrenci, iyi bir çalışan oldum. Zaman nasıl da akıp gidiyor değil mi, ne zaman 39 oldum inan anlamadım... Seni o kadar iyi anlıyorum ki... Ben de çok bunaldım iş hayatından. Ailem, arkadaşlarım, hepsi dedi ki: ‘Oğlum manyak mısın, kariyerinin en güzel yerinde, böyle iyi para kazanırken bu iş bırakılır mı!’.  Ama inan o ofiste beş dakika daha kalmayı ruhum kaldırmıyordu artık. Bastım istifayı ben de. Önümüzdeki 6 ay boyunca Orta Amerika’da seyahat edeceğim.  Daha sonra ne yapacağıma karar vermedim hala. Umurumda da değil açıkçası. İlk durak Antigua’ydı, şimdi aşağı doğru inmeye başlıyorum. İçimdeki ses diyor ki, artık herşey çok daha güzel olacak!”
***
“Tur rehberiyim. Bir sonraki kontratım iki ay sonraydı, ben de bu zamanı değerlendirmek istedim burada. Bir hayvan barınağında gönüllü olarak çalışıyorum. Çok seviyorum hayvanları. Biliyor musun, 90’lı yılların ortasında 3 yıl Türkiye’de Alanya’da yaşadım. İngilizler için bir acente işletiyorduk orada. Ahhh! Bayılıyorum ülkenize, abartmıyorum, Türk mutfağı dünyanın en güzel mutfağı! İş konusunda şanslı oldum hep. Çok da severek yapıyorum işimi. Tek derdim aşk oldu hayatta. Yıllar boyunca hep yanlış adamları seçtim sanırım... Beş yıl kadar önce, yine bir tur şirketinde çalışmak üzere İtalya’ya yerleştim. Orada küçük bir otel sahibi olan bir İtalyanla tanıştım. O 43 ben 42 yaşındaydık. İlk görüşte aşık oldum ona. O da benimle ilgileniyordu... İtalyan olduğu için çekindim biraz aslında. İtalyan erkekleri çapkınlıklarıyla ünlü biliyorsun. Bir ay kadar flört ettik, duygularında çok açık, çok romantikti.  Sonra bir gün kaldığımız şehre uzak bir kentte iki haftalık bir tur işi aldım. Giderken öpüşerek vedalaştık. Ben uçağa binmeden önce son kez aradı, ‘Seni hayatımda istiyorum, dönüşünde yanıma taşınmaya ne dersin?’ dedi. Sevinçten havalara uçtum tabi. Uçaktan iner inmez aradım onu, ama cevap veren olmadı. Kapalıydı cebi... İki hafta boyunca ona ulaşamadım. Artık küfür mesajları atmaya başlamıştım, ‘sen ne dengesiz, ne biçim adamsın!’ diye. İki hafta sonunda artık benle dalga geçtiğine kani olmuştum. Havaalanına indim ve tesadüf bu ya, onun otelinde çalışan kızlardan birini gördüm. Beni görür görmez boynuma sarıldı. ‘Çok üzgünüm...’ dedi. O anda anladım ölmüş olduğunu.... (burada uzun bir sessizlik oluyor... ağlamaktan konuşamıyor...) Olduğum yerde yığılmışım. ‘Ben de neden gelmedin cenazeye diye düşündüm. Kimse sana haber vermedi mi yoksa?!’ Belki de çok yeni bir ilişki olduğu için, kimsenin aklına beni aramak gelmemişti.  Yeni aldığı motosikletle bir tura çıkmış. Bir araca çarpıp oracıkta ölmüş. Ölümünün üzerinden beş yıl geçti. İki yıl boyunca depresyondaydım. Yıllar yıllar sonra, tam aradığım insanı buldum derken kaybettim. Hayat çok acımasız ama devam ediyor işte... Daha yeni yeni kendime geliyorum. İki yıldır bir erkek arkadaşım var. Ama onu ömrüm boyunca unutmayacağım. Depresyon sonrasında gönüllü çalışma işine iyice odaklandım. Bana iyi geliyor...”

Animas Perdidas (Kayıp ruhlar)
Bunlar gibi birçok hikaye daha duydum... Ama içlerinde özellikle bir tanesi var ki, bana ilham veriyor. Sanatın gücünü gösterdiği, bir aile dramından insanları birleştiren ve onlara yardım eli uzatan bir dinamik doğurduğu için. Tanışalı çok kısa bir süre de olsa “arkadaşım” diyebildiğim için mutluluk duyduğum, içtenliğine, duyarlılığına, güzel gülüşüne hayran kaldığım Monika Navarro’nun ve ailesinin hikayesi bu. Monika, Güney Kaliforniya’da doğup büyümüş Meksika asıllı bir Amerikalı. Tanışır tanışmaz, hemencecik kaynaşıverdik; kanımız ısındı birbirimize. Söylediğine göre Amerika’daki en yakın arkadaşı, kendisi gibi Amerika’da doğup büyümüş olan Ceylan isimli bir Türkmüş. Türk dostu diyorum ona bu yüzden... Blogumu anlayabilmek için Ceylan’dan İngilizceye çevirmesini isteyecekti. Bu bölümü özellikle çevirmesini rica edeceğim.
Monica bir film yönetmeni. İlk filmi Animas Perdidas yani Kayıp Ruhlar, eroin bağımlısı iki dayısının ABD’den sınır dışı edilmelerini ve bu gelişmeyle sarsılan aile yaşamlarını anlatan otobiyografik bir belgesel. İki dayısı da Amerika’da büyümüş olmalarına rağmen uyuşturucu bağımlılıkları ve hapse girmeleri gibi nedenlerle anavatanları olan, ama aslında onlara son derece yabancı bir ülkeye ‘geri’ gönderiliyorlar.  İlk gönderilen dayıdan Meksika Tijuana’ya gittikten iki hafta sonra haber kesiliyor. Uzun arayışlar ve polis arşivlerindeki kimliksiz ceset fotoğraflarının teker teker taranmasından sonra bir otel odasında öldürülmüş olduğu keşfediliyor. Diğer bir dayı da yine eroin bağımlılığı nedeniyle kardeşi gibi sınır dışı ediliyor. Ardında Amerika’daki ailesini, çocuklarını bırakmak zorunda kalıyor. Bu trajik olaylar silsilesi ABD’de kalan Monica, annesi, kuzenleri ve diğer kardeşler için kanayan bir yara. Bir yanda babasız büyüyen ve ayakta kalmaya çalışan kuzenler, bir yanda kızgın, endişeli ama hasret çeken akrabalar. Monika bu filmi çekebilmek için ABD ve Meksika arasında mekik dokuyor, aile fertleriyle tek tek konuşuyor. Bu belgesel aileyi birbirine daha çok yakınlaştırırken filmin ulusal televizyonlarda gösterilmesinden sonra ABD’deki diğer bağımlı ailelerini de biraraya getiriyor. Bir terapi vazifesi görüyor neredeyse. Ayrıca göçmen ailelerin ABD'de büyümüş olsalar bile hala nasıl da "yabancı" kabul edildiklerinin bir belgeseli... Filmin başarısının ardından Monika yönetmenliğe devam ediyor ve önce Mexico Solidarity Network’ten bir burs kazanıp Chiapas Media Project’te sanatçı olarak görev alıyor. Şu anda ArtCorps bünyesinde sanatçı/gönüllü olarak Antigua’ya bir saatlik mesafede bir köyde, kadınların ve Maya yerlilerinin sesini duyuran bir radyoda çalışıyor, çalışanlara destek veriyor. ArtCorps, sanat yoluyla gelişimi destekleyen, kar amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu. Monika burada yerli ve kadın olduğu için ayrımcılığa maruz kalan kadınlarla birlikte. Radyo programlarının yapımına yardımcı olurken aynı zamanda onlarla ilgili filmler çekiyor. Guatemala televizyonlarında gösterilecek olan bu kısa filmler halen hükümet tarafından yasal olarak kabul edilmeyen yerel radyoların sesini duyurmayı amaçlıyor.
Henüz Animas Perdidas’ı izleyemedim. Yalnızca sitesindeki fragmanları görme şansım oldu. Yine de çok etkilendim izlediklerimden... Ve elbet Monika'nın anlattıklarından.. Bir süre seyahat ettikten sonra çalışmalarını görmeye ve filmi izlemeye Monika’nın yanına gideceğim. Şu anda yoğun bir şekilde 8 Mart Dünya  Kadınlar Günü için hazırlık yapıyorlar. Monika, o gün ArtCorps bünyesinde kadınlara yönelik workshop’lar düzenleyeceklerini söyledi bana. Bir de ricada  bulundu: “Birlikte çalıştığım kadınlarla senin de tanışmanı istiyorum. İçlerinde eski gerilla üyeleri, bekar anneler, çok parlak kadınlar var. Hepsi projelere katılım konusunda çok istekli ve heyecanlı. Sen de 8  Mart’ta bize katılıp onlara bir dans workshop’u verir misin?”
“Sözüm söz, kıtanın neresinde olursam olayım 8 Mart’ta yanınızdayım” dedim. Eminim onlarla geçireceğim bir gün ve Monika’nın çalışmalarını izledikten sonra, buraya yazacak daha çok fazla konum olacak. O zamana kadar sizler de filme ve ArtCorps’un çalışmalarına bir göz atın. Dostlukla! 
http://www.animasperdidas.com%20/
http://artcorp.org/ 

    

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Toprağa hoşgeldiniz... 8 Feb 2011 6:08 PM (14 years ago)


Antigua’dan ayrılmadan önce ilk işim, yaklaşık bir ay önce bir haftasonu için uğradığım Earthlodge isimli hosteli yeniden ziyaret etmek oldu. Aslında küçücük bir kamp alanı burası; ama Antigua’nın bana göre en güzel manzarasına sahip. Uzaklaşmadan önce bir daha uğramadan edemedim. Şehre arabayla yalnızca yirmi dakika mesafede, volkanları ve manzarayı uzaktan, keyifle izleyebileceğiniz, sakin bir yer. İşletmecileri Drew ve Briana, henüz altıncı ayını doldurmamış oğulları Benjamin ile birlikte, tepede inşaa ettikleri küçük bir ağaç evde yaşıyorlar. Pansiyonun yanı sıra hemen arkadaki avokado tarlalarını da işletiyorlar. 

Burayı ilk ziyaret ettiğimde girişte birçok farklı dilde “hoşgeldiniz” yazan tabelaların arasında “Toprağa Hoşgeldiniz” yazısını okuyunca gözlerime inanamamıştım.  Tahmin edileceği gibi, burada Türkçe duymak ya da okumak enteresan bir şey. Öyle ki, geçenlerde tesadüfen çarşıda karşılaştığım Türklere can havliyle “merhaba” deyince, bana öyle bir şaşkınlıkla baktılar ki anlatamam. 15-20 kişilik bir grup, Maya piramitlerini ziyaret etmek için buraya gelmişler. Meksika’dan başlayıp, Belize’ye geçmiş, oradan da Guatemala’ya varmışlar. Onlar da burada yaşadığımı ve çalıştığımı duyunca öylesine şaşırdılar ki, birkaçı benimle fotoğraf bile çektirdi.
Earthlodge’da çalışan ve daha önce bir yıl İstanbul’da İngilizce öğretmenliği yapmış olan Emma ve Jonathan ile de az da olsa Türkiye hasretimi gideriyorum. Türk olduğumu öğrenince bana öyle bir ihtimam gösterdiler ki şımardım doğrusu... Bu arada İstanbul’da öğrenmiş oldukları tavlayı benimle oynayabilmek için birbirleriyle yarıştılar. Sonuç haliyle onlar için hezimet oldu, ben de çok eğlendim... 

Earthlodge’dan aşağıya, şehre doğru baktığınızda karşıda Fuego ve Acotenango volkanları çok net bir şekilde seçiliyor. Bazı geceler, hala aktif volkanlardan biri olan Fuego’nun küçük patlamalarını ve dalgalar halinde aşağı doğru akan lavları görebiliyorsunuz. Son ziyaretimde Fuego’da dört ayrı patlama oldu; bizler de gecenin zifiri karanlığını aydınlatan lavlara hayranlıkla bakıp sevinç çığlıkları attık. Sadece bu manzara için bile burada kalmaya değer...   
Earthlodge hakkında, yalnızca güzel manzarası, okuma/yazmaya elverişli sessiz ortamı ve sempatik çalışanları dolayısıyla değil, sahiplerinin komşu köydeki El Hato okuluna yaptıkları yardımlar dolayısıyla da yazmak istedim. Burada satılan içkilerin her birinden 1 quetzal kenara ayrılıp okula bağış olarak saklanıyor.  Las Manos de Christine isimli sivil toplum örgütü ile ortaklaşa çalışan Earthlodge, bazı haftasonları çocuklar yararına barbekü düzenleyip Corn Hole turnuvası da yapıyor. Toplanan para El Hato ilkokulundaki çocukların beslenmeleri ve ortaokula devam edebilmeleri için ailelerine bağışlanıyor. 

Burayı son ziyaretimde ben de Corn Hole turnuvasına katılma fırsatı buldum. İki kişiden oluşan her takım içi kum dolu torbaları birkaç metre uzaktaki metal tablanın ortasındaki deliğe sokmaya çalışıyorlar. İlk gördüğümde çok basit birşey gibi gelmişti ama, deneyince o kadar da kolay olmadığını anladım. Oynarken çok eğlendim ama ertesi gün hamlıktan kollarım ağrıdı.
Earthlodge’un sahibi Drew, eskiden profesyonel aşılık yapıp Kanada televizyonlarında yemek programları sunuyormuş. Bu nedenle yemek konusunda oldukça hassas. Antigua’da yediğim en güzel yemekleri burada tattığımı söylesem abartmış olmam. Buraya özel öyle güzel yemekler servis ediyorlar ki, sonunda yoğun istek üzerine bir Earthlodge yemek kitabı da hazırlamışlar. Kitabın satışları da yine El Hato okuluna gidecekmiş... Earthlodge’da tembellik yapmayı bırakıp artık seyahatlerimi planlamaya başlıyorum. İlk durağım Guatemala’nın içlerindeki Lanquin ve Semuc Champey olacak. Artık bavullarımı toplama zamanı...  
Earthlodge Antigua 
   

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Ayrılık olmasaydı... 3 Feb 2011 9:29 AM (14 years ago)



Yetimhanedeki çalışma sürem artık sona erdi. Önümüzdeki bir buçuk - iki ayda, Türkiye’ye dönmeden evvel, Orta Amerika’da bir seyahate çıkıyorum. Çocuklardan ayrılmak öylesine zor ki, üzüntümün tarifi imkansız. Ama bu kaçınılmaz son gelecekti elbet. Şimdi, bir hafta ya da bir ay sonra da ayrılacak olsam, yine aynı üzüntüyü, belki daha fazlasını duyacaktım diye kendimi teselli etmeye çalışıyorum. Zira orada geçirdiğim her gün çocuklara daha çok bağlandım. Ayrılık vakti gelmeden bir süre önce onlara evimin çok uzakta olduğunu, orada bir ailem olduğunu ve yanlarına dönmek zorunda olduğumu anlatmaya çalıştım. Artık iki ya da üç yaşındaki çocuklar ne kadar anlar, ya da anlamak isterse... Son bir hafta baktım bu duygusal yükün altından kalkamayacağım, vedalaşmadan ayrılmaya karar verdim. O kadar gözyaşını hazmedebilmek olanaksızdı. Öyle de yaptım.
Yalnız bir tesellim var... Daha önceki yazılarımda Semillas’taki yetimlerin durumunu anlatmaya çalışmıştım. Bu çocukların neredeyse tamamına yakını yabancılar tarafından evlat edinilmiş. Guatemala’da yabancıların çocuk sahibi olamayacaklarına dair bir yasa yürürlüğe girince yasa çıkmadan bir süre önce evlatlık alınan çocukları devlet, ailelerinden alıp Guatemala’ya geri getirmiş. Çocukları Guatemalalılar da evlatlık alamıyorlar, çünkü gelir seviyesi çok çok düşük.

Yasanın çıkma nedenini daha sonra öğrendim. Bu ülkede yetim sayısının çok fazla olması, zaman içinde evlatlık almak isteyen pek çok yabancının buraya akın etmesine neden olmuş. Bunun farkına varan bir kısım yerli halk bakamadığı çocuklarını satmaya (evet yanlış duymadınız, para karşılığı vermeye) başlıyor. Hatta bu iş öyle ileri gidiyor ki, sırf yabancılara satmak ve para kazanmak için çocuk yapan aileler olduğu keşfediliyor. Bir insan evladı bunu nasıl yapabilir bilmiyorum; bunu ancak korkunç bir cehalet ve fukaralıkla açıklamaya çalışabilirim. Yine de hala aklımın almadığı bir konu... Bunun üzerine hükümet önlem almak zorunda hissediyor kendini. Velhasıl, yasayla birlikte, kurunun yanında yaş da yanıyor.
Elbette yasal yollarla evlatlık almış ve yasayla birlikte çocuklarını kaybetmiş olan aileler ardı ardına davalar açıyorlar. Yaklaşık bir ay önce yetimhanedeki büyük (7 yaşında) çocuklardan biri olan Julia’nın ailesinin davayı kazanmış olduğu haberini aldık. Hepimiz çok sevindik; çünkü bu dava bir emsal teşkil ediyor. Davanın sonuçlanmasından hemen birkaç gün sonra, Julia’nın ailesi gelip onu yetimhaneden aldı. Görülmeye değer, müthiş bir andı! Yaşı daha büyük olup aklı erenler, kısa süre sonra sıranın kendilerine de geleceği umuduyla neşelendiler. Ufaklıklar bu durumu anlayabilecek durumda değiller elbet. Ama bir süre önce bir anne-babaya kavuşmuş olduklarını, sonrasında anlayamadıkları bir şekilde onlardan ayrılmak zorunda kaldıklarını biliyorlar. Öyle ki, yetimhaneye ne zaman dışarıdan bir araç gelse hepsi pencereye koşup “Annem babam beni almaya geldiiii!” diye bağırmaya başlıyorlar. Bir gün yetimhaneye yardımda bulunmak için gelen ziyaretçilerin ayrılmasından sonra iki yaşındaki çocuklardan birini, yarım saat pencerenin önünden alamadık. Ağlamadı ama yetimhenenin kapısına gözleri kilitlendi; orada donup kaldı.

Semillas yöneticilerinden öğrendiğime göre 4-5 çocuğun ailelerinin de davaları sonuçlanmak üzere. 2-3 ay içinde çocuklarını almaya gelecekler. Önümüzdeki bir yıl içinde çocukların büyük çoğunluğu ailelerine geri dönmüş olacak. Ayrılmadan önce bu gelişmeleri öğrenmiş olduğum için mutluyum. Diyorum ya, az da olsa bir teselli...
Buraya gelmeden ve bu işi yapmadan önce, hayatım çocuklardan öylesine uzaktı ki, ne hissedeceğimi kestiremiyordum doğrusu. Kulağa çok ruhsuz gelebilir ama bu işi kendi adıma bir meydan okuma olarak görüyordum. Oysa bu tecrübe hayatımı değiştirdi. Kendimden hiç beklemediğim, başarabileceğimi düşünmediğim işler yaptım. Ama herşeyden önemlisi, yaşamımızda “çocuk” diye bir varlığın olduğunu, bu varlığın ne kadar savunmasız, kırılgan, sevgiye muhtaç ve bir o kadar da güzel olduğunu idrak ettim. Eskiden sokakta yürürken, baksam da, çocukları hiç görmediğimi anladım. Şimdi yanımdan geçen her çocuğa dikkatle bakıyorum. Onlarla konuşuyorum, oynuyorum ve sanki anlıyorum. Biraz da bu yüzden Semillas’tan ayrılmadan önce onlara hoşçakal demedim; “size teşekkür ediyorum” diye seslendim.  Anlamadılar elbet ama, aslında onlar bana yardım ettiler. Beni biraz daha insan kıldılar.     

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Jaguar atlayabilir, puma çıkabilir 29 Jan 2011 9:59 AM (14 years ago)



Yağmur ormanlarını içine alan ulusal parka ulaşmak için Flores’ten sabah dört buçukta yola çıktık. Kaldığımız hostel ormanda geçireceğimiz üç buçuk saat için bize sandviç, meyve, bisküvi ve sudan oluşan ufak bir yolluk da hazırlamış. Bir önceki günün yorgunluğu ile sabah gözlerimizi zar zor açabildik. Bizi almaya gelen minibüse bindiğimizde sokaklarda hala eğlenen ve içen insanlar vardı. Ulusal parka giden yol, Maya piramitlerine gelen yoğun ziyaretçi akını dolayısıyla Guatemala için fazla özenle asfaltlanmış. Flores’ten çıkar çıkmaz iki yanı ağaçlarla kaplı otobanda ilerlemeye başlıyoruz.
İlerledikçe yola yılan, geyik ve şeklen karıncayiyene benzeyen daha sonra adının pizote olduğunu öğrendiğimiz hayvanların çıkabileceğini gösteren tabelalarla karşılaştık. Bir süre sonra “jaguar çıkabilir” diye bir tabela gördüm. Birden uykum açıldı! Guatemala’da seyahat ederken sık sık buranın yerel benzin istasyonları Puma ve Jaguar’ı görüp kıs kıs gülüyordum. Egzantrik isimler seçmek için zorlamışlar kendilerini diye... Meğer bunların jaguarı bizim Van kedisi gibiymiş! Neyse ki yanımızda tecrübeli bir rehberimiz var. Hayvan haşarattan bizleri koruyacağına olan inancımızla yolumuza devam ediyoruz.
Sabah beş sularında ulusal parka girdik. Girişte küçük bir kafe yapmışlar; üç buçuk saatlik turumuza başlamadan önce güzel bir kahvaltı yapma fırsatımız oldu. Mayaların bütün fiziksel özelliklerini taşıyan kısa boylu, esmer, tıknaz, Cesar isimli rehberimiz yirmi yıldır bu işi yapıyormuş. Aksanından da anladığımız kadarıyla uzun yıllar ABD’de yaşamış. İşini çok severek yaptığı ve geçmişlerinden büyük gurur duyduğu her halinden anlaşılan Cesar bizi karşılar karşılamaz coşkuyla anlatmaya başlıyor Maya medeniyetini. Tarzı hoşumuza gidiyor ama her beş dakikada bir Amerika’da kullanmaya alıştığını düşündüğümüz “tremendous man!” (muhteşemem adamım!) lafını kullandıkça birbirimize kaçamak bakışlar atıp, kıkırdıyoruz. Öyle ki gezi sonrasında “tremendous maaaan!” lafı ağzımıza dolanıyor.
Cesar’ın söylediğine göre en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’i içine alan yağmur ormanları, yani Peten bölgesi 34 bin kilometrekareyi aşan bir alana sahip. Bir o kadarlık alan daha kuzeyde Meksika ve doğuda Belize ormanlarıyla birleşiyor. Uçsuz bucaksız ormanlar....
Tikal, diğer Maya kentleri gibi yüzyıllar boyunca ormanın içinde saklı kalmış. Şehirlerin neden terk edildiği ve bu medeniyetin zamanla neden yok olduğu hala tam olarak bilinmiyor. Kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden insanların şehri terk etmek zorunda kaldıkları söyleniyor. İspanyollar 500 yıl kadar önce buraya geldiklerinde bu şehir kentlerin neredeyse tamamı yağmur ormanlarının altındaymış zaten. Zaman zaman ormana girdiklerinde köylüler, Maya’ların zamanında kurban ettikleri insan ve çocuk iskeletleriyle medeniyetin ihtişamlı günlerinden kalan yeşim (jade) taşları ve mücevher parçalarını buluyorlarmış. Ama ormanın derinliklerine girmekten korktuklarından, yüzyıllarca piramitlerin ve diğer harabelerin bulunduğu bölgelere kadar gitmeye cesaret edememişler.  
Cesar yalnızca Maya’ların nasıl yaşadığı ve bu piramitleri nasıl inşa ettiğini değil, yağmur ormanlarını ve burada yaşayan canlıları da anlatıyor bize. Ulusal parkın girişinde buraya gelirken otobandaki tabelalalarda da gördüğümüz pizote’ler bizi karşılıyor. Garip görünüşlü hayvanlar. Sincap gibi ama uzun burunlu. Çok sevimli bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ayrıca tüyleri muhteşem renklerle bezeli tavuskuşları da yaşıyor burada. Mayalar kendilerini yeşim taşları ve tavuskuşu tüyleriyle süslemeyi çok severlermiş. Ormanın içlerine doğru ilerlerken Cesar bir anda durup bakın bakın diye ulu ağaçların tepelerini gösteriyor. Önce tam olarak ne olduğunu seçemiyorum, yalnızca parlak küçük bir turkuaz renk seçiliyor dalların arasından. Sinek kuşlarıymış bunlar... Gerçekten yeşil ağaçların arasında Avatar’dan çıkmış mavi yaratıklar gibi gözüküyorlar. Bir de ormanda Scarlet Macaw dedikleri çeşitli renklerde papağanlar var. Evcil hayvan olarak beslemek üzere bu hayvanları yakaladıklarından ormanda artık nesilleri tükeniyormuş. Az sayıdaki papağanlardan bazılarını görme şansımız oluyor. Aslında ormanda kuşlardan ve pizotelerden fazla örümcek maymunlarını görüyoruz. Örümcek maymunlarının upuzun kuyrukları var. Siyah ve küçük maymunlar... kendilerini kuyruklarından dallara asıp sağa sola uzanıp yiyecek topluyorlar. Gerçekten görülmeye değer. Maymunları izlerken babamın vahşi hayvanlarla ilgili belgeselleri nasıl da ilgiyle izlediğini düşünüp kulaklarını çınlatıyorum. Hayvanlarla ilgili belgesellere televizyonda rastlayınca çok ilgi göstermeyen ben bile burada ağzım açık izliyorum bu değişik yaratıkları. Eminim babam burada olsa “bak bak bak, nasıl atlıyor hayvan” derdi... Keşke yanımda doğru düzgün bir video kayıt cihazım olsaydı diye düşünüyorum. Neyse ki karşımıza jaguar falan çıkmıyor.
Yalnızca hayvanlar değil, hayatımda görmediğim bitkiler, çiçekler ve ağaçlar görüyorum. Ağaçlardan özellikle bir tanesi çok önemli. İnanılmaz yüksek, beyaz gövdeli, büyük üçgen sehpaları andıran kökleri, birbirinden oldukça ayrık uzanan kırmızı yapraklı dallarıyla Guatemalalıların ulusal ağaç olarak kabul ettikler hayat ağacı; arbol de vida. Öylesine devasa ki muhteşem su altı kameramın kadrajına sığmıyor. 

Ormana girip patika yollardan yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra ilk kalıntılarla karşılaşıyoruz. Fotoğraflarda gördüğüm piramitlerin yanında bu epeyce küçümen. Ama diğerleri gibi dimdik bir sırt duvarı, ön cephesinde yere meyille inen dik, dar merdivenleri var. Yapının önünde büyük mezar taşlarını anımsatan büyük kayalardan oyulmuş yapılar var. Bu taşlarda insan kurban ediyormuş Mayalar. Cesar burada yine heyecanla anlatmaya başlıyor: “Mayalar astrolojide ve mimaride çok ileri bir medeniyetti. Piramitleri oluşturan bu taşları bugün sokaklarda gördüğünüz yerli insanlarımız gibi küçük küçük parçalar halinde başlarının üzerinde, sırtlarında taşımışlar buraya. Piramitlerin önünde gördüğünüz merdivenler 365 tane, yılın günlerini gösteriyor. Mayalar bir yılı 20 günden oluşan 18 aya bölmüşler. Gökyüzüne bakıp, ayın konumunu takip edip bir ay için 20 günde karar kılmışlar. 360 güne de kendilerinden bir 5 gün eklemişler. Onlar için bu 5 gün dinlenme, tanrılarla buluşma, onların katına çıkmayı sembolize ediyor. Piramitleri de yıldızların konumuna göre inşa etmişler. Mayaların pek çok tanrısı vardı. Giysi tanrıları bile varmış!... Tremendous maaan!
Ama işte astrolojide ne kadar ileri olsalar da, günümüzdekine çok benzer bir takvimleri, mimari bilgileri, karmaşık ve kendilerine özgü bir yazı dillleri, edebiyatları olsa da en nihayetinde ilkel insanlardı bunlar... Tanrılar için çoluk çocuk demeden kurban kesiyorlardı bu piramitlerin tepelerinde. Yazıtlardan anladığımız kadarıyla Mayalar bu ormanlık arazideki otlardan şerbetler yapıp, şamanik ayinler yapıyorlardı. Birçoğu uyuştucusu etkisi yapan otlarla kafayı bulup transa geçtikleri düşünülüyor. Kurbanlara da içiriyorlardı bunları... Tremendous maaan! Ama diyorum ya ilkel insanlardı bunlar. Maya takvimi elimizdeki bugünkü bilgilerle 2012’de sona erdiğinden bildiğiniz gibi tüm dünyada, 2012’de kıyametin geleceği, Mayaların bizlerin bilmediği bir evrensel gerçeği bildiğini iddia eden bir sürü insan var. Buna gönülden inanan insanlar buraya gelip ayinler düzenliyorlar. Hey adamım, gülüyorum buna! 22 Aralık 2012’de dünya hala dönmeye devam edecek, bana güvenin, inanmayın bunlara! Nasıl inanıyorlar böyle şeylere anlamıyorum.... Tremendous maaan!!”
Bu son sözlerle “ohh rahatladık” diyoruz. Kıyamet falan gelmiyormuş 2012’de, rahat rahat uyuyabiliriz artık!

Ormandaki yürüyüşümüz saatlerce devam ediyor. Piramitlerin boyutları büyüdükçe büyüyor. Burası sanki efsunlu bir yer... Kuşların ve maymunların sesleri, ulu ağaçların, sarmaşıkların arasından kendilerini yavaşça, yaklaştıkça gösteren piramitlerin heybetleri beni büyülüyor. Cahil cahil konuşmak istemiyorum ama, yıllar evvel Mısır’da piramitleri gördüğümde “Evet çok büyük ve ihtişamlılar, ama ne kadar da çıplak ve çirkin görünüyorlar” diye düşünmüştüm. Belki de çölde, boşluğun ortasında kelaynak gibi durdukları için... Buradaki piramitler Mısır’dakilerin yanında çok daha ufak. Ama yağmur ormanlarının içinde öyle gizemli duruyorlar ki, insan kendini bir Indiana Jones filminde hissediyor. Sanki tepelerine tırmanıp odaların içine girdiğimizde hazine bulacakmışız gibi... Çok etkileniyorum! Burada saatlerce, günlerce kalmak mümkün. İnsan karşılarında kamp yapıp bu muhteşem yapılara uzun uzun bakmak istiyor. 


Geçmişte piramitlere tırmanırken düşen iki turist hayatını kaybedince, yüksek  olanların merdivenlerinden çıkmayı yasaklamışlar. Onun yerine tırmanmak için yanlarına ahşaptan iskeleler inşaa edilmiş. Bu merdivenlere bile tırmanmak çok zor. Yükseklik korkusu olanlar denemeye kalkmıyorlar bile. Ama buraya kadar gelmişken tırmanmadan durulur mu? Ya Allah deyip tırmanışa geçiyoruz. Merdivenleri çıkarken trabzanlara sıkı sıkı tutunup aşağıya bakmaya kalkıyorum, başım dönüyor... Ama tepeye vardığımda gördüğüm manzara karşısında bir kez daha büyüleniyorum, iyi ki korkup aşağıda kalmamışım diyorum. Karşımda ormandan bir okyanus var. Alabildiğine yeşillik, arada yüksek piramitlerin tepeleri ve hayat ağaçlarının kırmızı yaprakları kendini gösteriyor. Yarım saat aşağı inmiyoruz. Masmavi gökyüzüne, ufka ve yeşil denize bakıyoruz  uzun uzun.   
            

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Yağmur ormanlarından önce son durak: Flores 20 Jan 2011 6:11 PM (14 years ago)


Antigua’dan ülkenin kuzeyindeki Peten eyaletine varmak için yaklaşık on saatlik bir otobüs yolculuğu yapmamız gerekti. Koltukları yatak olabilen iki katlı otobüsümüzle öyle rahat seyahat ettik ki biz bile şaşırdık. Buralarda ‘rahat’ yolculuk yapmak neredeyse imkansız çünkü... İşte, küçük mutluluklar bazen karşımıza çıkabiliyor. Bunca yola katlanmamızın nedeni Maya piramitlerini ziyaret etmekti. Yaklaşık iki aydır buradayım, ha gittik ha gideceğiz derken sonunda piramit ziyaretini Sascha’nın bizden ayrılacağı haftasonuna denk getiriyoruz.
Peten eyaleti Guatemala’nın Meksika sınırında, ülkenin üçte birini kaplıyor. Alabildiğine yağmur ormanı... Doğuda Belize, kuzeyde ise Meksika’nın ormanlarıyla birleşiyor. Maya medeniyetinin izlerine aslında ülkenin her yerinde rastlamak mümkün. Ama Peten geçmişte en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’e ev sahipliği yapıyormuş. Bu nedenle hem arkeologlar hem de tarih meraklıları için çok önemli bir yeri var. Maya medeniyeti kalıntıları Meksika’nın güneyindeki Yucatan’da da oldukça büyük ama Tikal için bu muazzam kültürün mabedi demek yanlış olmaz.
Yağmur ormanlarına girmeden önce medeniyetin olduğu son yerleşim yeri Peten Itza gölü ve çevresi. Bu gölün ortasındaki Flores adasında, Los Amigos isimli bir hostelde konaklıyoruz. Flores öylesine küçük bir ada ki etrafını yirmi dakikada dolaşmak mümkün. Adayı kıyıya bağlayan bir iki kilometrelik bir köprü bulunuyor. Suya uzanan daracık taşlık yolları, rengarenk tek katlı evleri ve adanın mimari dokusuyla aslında hiç örtüşmeyen kasabanın ortasındaki devasa katedrali ile Flores, Venedik’in minik adalarını anımsatıyor bana. Biraz daha gelişmemişi diyelim...
                                                                  Los Amigos

Cuma günü Flores’e vardığımızda katedralin baktığı büyük meydanda yine bir şenlik vardı. Yine diyorum zira bu ülkede neredeyse her hafta bir karnaval, bir şenlik var. Hostelin sahiplerine “Hangi azizin doğumu kutlanıyor?” diye sorduğumda, “Bu biz aziz günü değil, Kara İsa’yı kutluyorlar” cevabını alıyorum. Kara İsa mı? O da ne? İspanyollar burayı ilk işgal ettiklerinde misyonerler, adanın ortasındaki büyük katedrali inşaa edip, içine de tahtadan bir İsa heykeli dikmişler. Buradaki nem oranının yüksekliğinden ahşap heykel kısa sürede kararmaya başlamış. Bu garibim Mayalar da İsa’nın kendileriyle aynı renge döndüğüne inanıp kitleler halinde hıristiyanlığa geçmeye başlamışlar. Flores yerlileri İsa heykelinin kararmaya başladığı bu haftayı her yıl Kara İsa haftası olarak kutluyorlar. Kutlamalar boyunca her zamanki gibi fişekler atılıyor; sabahlara kadar şarkılar söyleniyor.    
Bu gürültüde hostelde kalıp dinlenemeyeceğimizi anlıyoruz. Gölün karşı kıyısında San Miguel kasabasının tepelerinde ufak bir ören yeri ve nefis bir manzara olduğunu öğrenince kendimizi dışarı atıyoruz. Gölün her yanında seyreden buraya has kano benzeri uzun ince, üzerleri tente ile örtülü rengarenk  teknelerden birine atlayıp karşı kıyıya doğru yol alıyoruz. Peten Itza cam göbeği rengi, etrafını çevreleyen palmiye ağaçları, minik plajları, ile bugüne dek gördüğüm en berrak, en renkli, en güzel göl. Teknemizin motoru pek kuvvetli değil; kısacık mesafeyi ağır ağır alıyoruz. Göl öylesine sessiz ve sakin ki bu yavaşlık hoşumuza gidiyor. Kuş sesleri bize eşlik ederken damları palmiye yapraklarıyla örtülü, önlerinde geniş verandalar ve kayıklar olan kyıdaki ahşap evleri seyre dalıyoruz.
                                           San Miguel kasabasından tepelere doğru
San Miguel’e varınca tepeye doğru tırmanmaya başladık. Köylülerin tarifiyle ‘mirador’a doğru ilerledikçe bir ormanın içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç küçük tabela önümüze çıkıyor ama doğru düzgün yol gösteren bir işaret yok. Bir süre sonra yolumuzu şaştığımızı anlıyoruz. “Burada kaybolup da ormandan çıkamazsak bizden bizden ne güzel ‘tehlikeli yolculuklar’ belgeseli olur diyerek gülüşüyoruz. Epey yürüdükten sonra önümüze üzerinde Maya hiyerogliflerinin olduğu küçük kayalar çıkıyor ama daha büyük bir ören yerine rastlamıyoruz. Bir sonraki tabela “Arbol de Amoré yani “Aşk Ağacı”nı işaret ediyor. Madem kalıntıları bulamıyoruz o halde aşk ağacına yürüyelim deyip daha da kayboluyoruz. İki saatlik yürüyüşün ardından kan ter içinde kaldık. Burası böyle yoruyorsa bizi yağmur ormanlarında ne yapacağız diye kara kara düşünüyoruz. Sascha sonunda isyan bayrağını açıp “kendimizi kıyıya, bir plaja atalım” diyor. Uzakta ağaçların arasında gölü görünce suya soğru hızla koşmaya başladık. Bir çiti aşıp kıyıdaki çocuklara doğru koşar adım yürüyoruz. Sonra kucağında bir bebekle anneleri, onun yanında da iki sevimli köpek beliriyor. Dünyaya düşmüş uzaylılar gibi onları dostça selamlayıp, “Merhaba! Yolumuzu kaybettik de, buradan göle girelim dedik” dememize kalmıyor kadın yanındaki iki köpeği üzerimize salıveriyor. “Ay çok tatlı köpekleeer..” derken bir anda sohbetimizin rengi değişmeye başladı. “Bize doğru mu koşuyor bunlar?” ... “Yok canım..!”.. “Sascha koşma bence, sakince yerinde dur!”... “Arkama saklan da beni ısırsın di miii!” Biz udak adımlarla geri geri yürürken köpekler son hızla üzerimize atladı. Kalbim yerinden çıkacak sandım! Sen misin milletin özel arazisine giren. Neyse ki bizi paralamadılar; biraz tartaklandık, koklandık, sonra azad edildik. Ormanın içine, ardımıza bakmadan gerisin geriye hızla kaçtık.
                                            Aşk Ağacı'nda meşk ediyoruz
 
Ormanda yolumuza devam ettikçe kocamn bir yuvarlak yaptığımızı ve bailadığımız noktaya döndüğümüzü anlıyoruz. Köyden aşağı doğru inip ilk tekneye atlıyor ve “Bizi en yakın plaja götür” diyoruz.  İleride on dakikalık bir mesafede küçük bir plaja getirdi bizi kaptan. “Playita...” dedi. Kum falan yok burada, çakıl taşları ve yemyeşil çimenler... Arkada palmiye ağaçları ile başlayan bir orman var. Plajın ortasında göle uzanan ahşap küçük bir iskelenin üzerinde bizimle aynı yerde kalan iki İsveçli kızı görüyoruz. Onlardan başka plajda kimseler yok. İlk kez bir gölde yüzüyorum, turkuaz renkli sularda, balıklarla yüzüyor ve müthiş keyif alıyorum. İlk günümüzü böylece plajda sessizliği dinleyerek ve tembellik yaparak geçiriyoruz. Ertesi sabah saat dört buçukta, Tikal’e, yağmur ormanlarına doğru yol alacağız.     

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Bir ömre bedel çocuklarım 12 Jan 2011 3:53 PM (14 years ago)


On gün kadar önce ufaklıkların öğretmeni Isabel işi bıraktı. İki ve üç yaşındaki onbeş çocuğa bakıyordu Isabel, Renny ve ben de ona yardım ediyorduk. Maaşına zam istediğini ama alamadığını, başka bir iş arayacağını söyledi. Aylık maaşı 1600 quetzal imiş, yani yaklaşık 200 dolar! Tamam burası ucuz bir yer ama, bizim standartlarımıza göre... 200 dolarla da yaşanmaz ki! Bir de tek başına çocuk büyütüyor. Hak verdik ona tabi, daha iyi bir iş bulabilmesini dileyerek veda ettik. Artık başka bir yerde çalışmak istemediğini, özürlü çocular için köylerden birinde anaokulu açmaya çalışacağını söyledi. Aslında bunu bir iki yıl içinde planlıyordu ama beklemeye neden olmadığını düşündü sanırım. Hayallerini gerçekleştirebilmesi adına onun için dua ediyorum.
Isabel’in ayrılışının ertesi günü bizi buradaki yetimhaneye yerleştiren Maximo’nun yöneticisi Brittany  aradı. Gülerek “Terfi ettiniz! Ama hiç para almayacaksınız tabi ki!” dedi. Yetimhanenin yöneticisi arayıp çocukların sorumluluğunu alıp alamayacağımızı sormuş. Seve seve kabul ettik, bu şekilde resmi olarak öğretmenleri olarak atanmış olduk.
Bir sonraki gün Semillas’a gittiğimde biraz tedirginim. Daha önce çocukları yıkamak, altlarını değiştirmek vs gibi zorlu işlerin hepsini Isabel üstleniyordu. Şimdi ikimiz çocuklarla baş başa kaldık. Isabel’in burada olduğu zaman zarfında çocukları çok şımartmışız. Yaramazlık yapıp ondan kaçtıklarında bizim kucağımıza atlıyorlar, Isabel’in kullanmalarını istemediği bir oyuncağı alamadıklarında gelip gizlice bizden istiyorlar. Biz de bir dediklerini iki etmiyoruz. Bize hep söylüyordu Isabel, “bu kadar şımartmayın çocukları, kontrolü kaybedersiniz” diye. Gittiği gün haklılığını anladık.
İlk bir hafta disiplini sağlamaya çalışmakla geçti. Yatakhanede, sınıfta bir patırtı, bir bağırış... Ara ara sinirlerimiz çok geriliyor Renny’yle, sırayla birbirimizi sakinleştirmeye çalışıyoruz. Ama şimdi artık onları çok daha iyi tanıdığıma, daha fazla yardımcı olduğuma inanıyorum. Çocuklar daha bu kadar ufakken nasıl da karakterleri yerli yerinde, her biri nasıl da şahsına münhasır bazen şaşıyorum.
Tombik ama güzel suratlı Carolina mesela mızmızın teki. Bütün oyuncakları kendi almak kimseyle de paylaşmamak istiyor. Dört oyuncağın birini elinden al, hemen başlıyor ağlamaya... Eşyalarını paylaşmayı öğrenmesi için epey çaba harcıyoruz.

                                           Carolina noel yemeğinde
                                           Victoria hediyesini açarken


Victoria’nın tek gözü biraz şaşı, gözlerinin içine bakınca insanın başı dönüyor. Ama çok şeker bir kız, her sabah beni görünce kucağıma atlıyor, yanaklarımı ellerinin arasına alıp öpücük veriyor. Biraz yalan söyleme huyu var ne yazık ki, sırf onunla ilgilenelim diye "tuvalete gitmem lazım, üşüdüm üzerime birşey giydirin" diye palavralar sıkıyor ama artık onu iyi tanıyoruz. "Hırkamı yatakhanede unuttum" diyor geçen gün, "doğru mu söylüyorsun yoksa yalan mı?" diye soruyorum. Saftirik, gülerek "yalan söylüyorum" deyip yeniden oynamaya dönüyor.  
Marcos ve Christian aralarındaki en akıllı çocuklardan, bu yüzden de bütün cinlikler onlardan çıkıyor. İkisinin de göz ucuyla bizi kollarken gizlice eşyaları karıştırma, teybi kurcalama, başkasına ait bir eşyayı yürütme gibi huyları var. Ama Marcos müziğe karşı çok duyarlı, güzel bir melodi duyduğu zaman herşeyi bırakıp uslu bir çocuk oluyor. Elimden çekip “dans et benimle” diye sınıfın ortasına sürüklüyor. Onu sürekli müzikle meşgul etmeye çalışıyoruz. Christian ise okumaya meraklı. Güzel resimleri olan bir masal kitabı bulduğu zaman köşeye çekilip okuyormuş gibi yapıyor sessizce. Dudaklarını oynatıp gözlerini kocaman açıyor. İnanılmaz sevimli bir şey. Bir de nedense tuvalete giderken çok neşeli. Elimden tutup seke seke banyoya koşuyor, tuvalete oturduğu zaman oradan ayrılmamı istemiyor. Başlıyor konuşmaya, “Şu anda çiş yapıyorum, bir dakika galiba kaka da yapıcam. He heey, üç tane yaptım!” Bir de donundaki desenleri tarif etme huyu var.  “Bak ne güzeeel!” dedi bugün, “Yaa futbol ve basketbol topları” dedim. “Hayır, küçük tatlılar onlar” diye cvap verdi. Canı tatlı istedi sanırım.      

                                           Edison kemerime saldırırken


Edison ve Justin ikizlerimiz. İkisini de aynı aile evlatlık almış ama bir süre önce Guatemala yasaları değişince yetimhaneye geri dönmek zorunda kalmışlar. Justin güzel yüzlü, sessiz bir oğlan. Bırak bir köşede kendi kendine saatlerce oynar. Edison ise tam tersi, düz duvara tırmanan cinsten. Onun da nedense aksesuarlara karşı bir ilgisi var. Her sabah beni gördüğü zaman önce pantolonumu kontrol ediyor acaba kemer takmış mıyım diye. Eğer bende bulamadıysa “Renny’de var mıdır?” diye soruyor. Baktı kemer yok, eldiven soruyor... Böyle bir çocuk... 

                                           Juanito ortada sarı kazaklı...


Juanito aslında içlerinde en büyüklerden biri ama minicik kavruk bir oğlan. Tavşana benzetiyorum ben onu çıkık ön dişleri yüzünden... Çok sevimli birşey ama sürekli altına kaçırıyor. Sonra da çok utanıp ağlamaya başlıyor. “Tuvalete gitmek isteyen var mı?” diye sorduğumuzda herkesin sesi çıkıyor ama baktık Juanito’dan hiçbir zaman ses çıkmıyor. Geçen gün kucağımda otururken sağolsun üzerime işedi; uzun uzun konuştum onunla, çişin geldiği zaman söyle bana birlikte gidelim diye. Neyse ki geçen gün söyledi, ben de çok sevindim, tezahüratlar eşliğinde tuvalete gittik. Yalnız Juan’ı klosete oturturken birden ağlamaya başlıyor, “İçine düşmek istemiyorum, çok korkuyorum” diyor. Birkaç gün önce sabah yetimhaneye geldiğimizde Juanito’yu bileklerinden yatağının kenarına bir iple bağlanmış olarak bulduk. Akşam onlarla birkaç bakıcı kalıyor, çoğunluğu aşağıda Parramos köyünde yaşayan yerliler. Biz sabah geldiğimizde onlar da evlerine dönüyorlar. Yavrum ağlamaktan gözleri şişmiş, kaç saattir o şekilde duruyorsa durumu kabullenmiş gibi yüzü asık önüne bakıyor. Çocuğu o şekilde görünce sinirlerim bozuldu. Hemen bakıcılardan birine gidip “bu nedir böyle?!” diye bağırdım. “Aaa çocuklar oyun yapıyorlar birbirlerine bazen, onlar yapmıştır” gibi baştansavma bir cevap verdi, koşup düğümü açmaya başladı. Ama Renny de ben de eminiz ki iki yaşındaki çocuklar birini bu şekilde bağlayamaz. Anladık ki birileri çocuk altına kaçırıyor diye işkence gibi cezalar veriyor. Neyse ki durumu yöneticilere ilettik de akşam başlarında durması için bir öğretmen buldular. Amerikalı orta yaşlı bir kadıncağız. O geldiğinden beri içimiz biraz daha rahat. 

                                          Sol öndeki elbette Dulce :)  Yanında Christian


Bir tane de Dulce’miz var. Dulce, İspanyolca da “tatlı” demek. İsmi gibi tatlı bir kız aslında ama diğerlerine göre biraz “değişik” bir çocuk diyelim. Sert ve donuk bakışlı Dulce daha burada ilk çalışmaya başladığım zaman dikkatimi çekti. Yahu ne biçim bir çocuk bu, diğerleri gibi gülücük atmıyor, yüzünde sürekli korku filmi izliyormuş gibi bir ifade var... Acaba birşeylerden mi korkuyor, mutsuz mu diye bakıyorum, yoo kızın normal hali böyle. Kendi kendi oyuncaklarıyla oynuyor, çocuklarla da ilişkisi iyi, ama suratta zarre mimik yok. Aynı şey Renny’nin de dikkatini çekmiş ki bir gün yanıma gelip diyor ki: “Dulce’nin yüzüne dikkat ettin mi? Bazen korkuyorum, bakamıyorum gözlerine. Katil bebek Chucky gibi bakıyor, sanki aniden bir bıçak çıkarıp karnıma sağlayacak gibi!” Renny’ye çok gülüyorum, o günden sonra sürekli Dulce suratı yapıp duruyoruz birbirimize. Öyle ki artık evdekiler bile durumu biliyor, birşeylere kızıp sinirlenince tüm ev ahalisi Dulce suratı yapıyor.
Geçen hafta Isabel’in yokluğunda çocuklara banyo yaptırma işi başa düştü. Bizimkilerden büyük çocuklarla gönüllü çalışan Jaime ve Lauren’dan yardım istedik. Onlar minikleri bahçede oyalarken biz de ikişer ikişer  yıkamaya giriştik. Ne yazık ki yetimhanede sıcak su yok, çocuklar buz gibi suyla banyo yapmak zorundalar. Her ne kadar sıcak su işini çözmeleri için yetimhane görevlilerinden yardım istediysek de bir türlü beceremediler. Tabi çocukları zaptetmek çok zor, bulduğumuz küçük plastik cikleyen bir ördekle onları oyalamaya çalışıyoruz. “Bak bak nasıl da yıkanıyor ördekciiik, gel birlikte yıkayalım” diye kandırmacalar ve büyük mücadelelerle on sekiz tane çocuğu yıkıyoruz. Çoğu bu numarayı yutuyor, titreye titreye yıkanıyor garipler. En çok Christian ağlıyor yazık, “sıcak su istiyoruuummm!” diye avaz avaz. Onları yıkarken ellerim donuyor, ağlıyorlar diye ciğerim yanıyor.
                                          Isabel onları yıkarken bizim hayatımız kolaydı...
Sıra Dulce’ye geldiğinde Renny eline ördeği alıyor, birkaç kez öttürüp ilgisini çekmeye çalışıyor. Her zamanki gibi banyo yaparken de diğerlerinden farklı. Sadece  Dulce ördekten korkuyor, geri geri kaçmaya başlıyor. Zor bela küvete sokup suyu açıyorum, buz gibi su ayaklarına değmeye başlayınca neşeyle gülmeye başlıyor. Bana mısın demiyor soğuk su çocuğa... Birbirimize şaşkınca bakıp kahkahayı basıyoruz. Ördekten kork, soğuk sudan korkma...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

El Salvador 2: En sıcak yılbaşı 12 Jan 2011 3:35 AM (14 years ago)


Sınırdan El Tunco’ya varmamız iki saat kadar sürdü. Buraya gelene kadar pek çok farklı plaj gördük, hepsi birbirinden egzotik görünüyor. El Tunco köyünü Çıralı’ya benzettim aslında. Sıra sıra dizilmiş ağaç evler, kamp alanları var. Sahile uzanan toprak yol sonunda bir çıkmaza ulaşıyor ve sola denize doğru uzanıyor. Denize inen hepi topu iki yüz metrelik bir yol var. Burada yan yana büfeler sıralanmış. Sonra sahil şeridi başlıyor ve yan yana güzel restoranlar, barlar sıralanıyor. Burası o kadar küçük ki on dakikalık yürümeyle bitiveriyor. Hediyelik eşya dükkanı falan da yok, yalnızca terlik, mayo veya sörfçüler için ekipman satan küçük dükkancıklar var.
                                           El Tunco kasabası

Konaklayacağımız pansiyon Papaya Lodge çıkmaza varmadan hemen önce yolun solunda. Önüne gelir gelmez sıcaktan ve kalabalıktan erimeye başladığımız araçtan kendimizi dışarı atıveriyoruz. Demirin üzerinde zıplamaktan kalçam sızlıyor, gerine gerine iniyorum. Papaya Lodge’un kırmızı renkli yüksek bir duvarı, büyük uzun bir ahşap kapısı var. İçeride ne olduğunu tam olarak göremiyoruz. Kapı açılınca karşılaştığım manzara hoşuma gidiyor. İçeride tek katlı enlemesine uzayan, yan yana odaların olduğu bir bina var. Bahçede palmiyeler, ağaçların arasında hamaklar, sol tarafta küçük kare bir havuz, girişte sağ tarafta ortak kullanıma açık bir mutfak ve yemek masası. Hepimiz beğeniyoruz burayı. Aceleyle içeri dalıyoruz, niyetimiz hemen üzerimizi değişip plaja inmek. Sonradan eski bir sörfçü olduğunu öğrendiğimiz Salvadorlu pansiyon sahibimiz odalarımızı gösteriyor. Bakıyoruz ki iki yatak eksik... Bizi buraya gönderen acente yani gangster Jose, sadece sekiz kişi için yer olduğunu söylememiş bize. Adam da şaşırıyor, biz de... İki kişinin dışarıdaki hamaklarda kalabileceğini, ama ödeme yapmamız gerektiğini söylüyor. Jose sadece sekiz kişinin parasını ödemiş. Oysa ki onumuz da ödeme yapmıştık. Ayrıca üç öğün yemeğimizin de olmadığını öğreniyoruz. Zaten Papaya’da kahvaltı ya da yemek servisi yokmuş. Andrew hışımla Jose’yi arıyor, karşılıklı bağırmaya başlıyorlar. Jose’nin sesini biz bile duyabiliyoruz. Andrew’a “Buraya geldiğinde seni bulup geberteceğim” diye bağırıyor. Yapacak bir şey yok... Zaten dört saatlik yoldan gelmişiz. Kaderimize razı oluyoruz. Gruba en son dahil olan Andrew ve kız arkadaşı hamaklarda yatmayı kabul ediyor. Bu mormonlar çok mızmız insanlar diye düşünüyordum ama neyse ki hamak konusunda sıkıntı çıkartmadılar.
Oda meselesini hallettikten sonra mayolarımız giyip plaja koşuyoruz. Uçsuz bucaksız bir plaj... Kilometrelerce devam ediyor. Kumlar simsiyah... Bu bölgede volkanlar olduğu için kumlar da dağlardan geliyormuş, bu yüzden simsiyahmış... Sascha ve ben önden koşturuyoruz, ekip kalabalık olunca hazırlanmaları da epey bir zaman alıyor; beklemek istemiyoruz. Okyanus sakin görünse de kıyıya vuran dalgalar kocaman. Avustralya’dan okyanus dalgalarına alışık olduğu için Sascha denize girmeden önce bana kısa bir brifing veriyor: “Büyük dalgalar geldiği zaman tam içine doğru yüz, üzerinden geçmeye çalışma.” Tavsiyesi gerçekten işe yarıyor, çocuklar gibi kendimizi denize atıyoruz. Okyanusta şunu öğrendim, bikini giymemek lazım. Yüzeyim mi mayomu mu tutayım bilemiyorum. Yine de çok eğleniyoruz. Biz denizdeyken plajdan el salladıklarını görüyoruz. Bakıyorum ki birkaç hafta önce kahve plantasyonunda tanıştığımız İngiliz kardeşler Ness ve Martin bizimkilerin yanında.
Plajdan çıkıp kucaklaşıyoruz, Atitlan gölü kenarındaki San Marcos ve San Pedro’da bir süre kaldıktan sonra Salvador’a geçtiklerini, bir haftadır da El Tunco’da tembellik yaptıklarını söylüyorlar. Ness, “Bu gece yılbaşı, birlikte dans etmeliyiz! Akşam buradaki barlar çok güzel oluyor” diyor. Plajdan yirmi dakika kadar güneye doğru yürüdükçe ileride mağaralar varmış, orada yüzmeye karar vermişler. Bizse önce sahilde dinlenmek istiyoruz.
Akşamüzeri güneş batarken plaj daha da güzel görünüyor. Kum incecik, hava sıcak, keyfime diyecek yok. Güneş batarken kıyıdaki barlardan birinden buzlu mango suyu alıyorum. Elimde mango suyumla Sascha’ya eşlik edip sörf dersi veren kıyıdaki gençlerin yanına doğru yürüyorum. Benim dalgaların büyüklüğünden gözüm korkuyor açıkçası, sörf işine hiç girişmiyorum. Sascha ise çok hevesli, ertesi sabah saat on için adamlarla sözleşiyor. Dalgalar ve yakıcı güneş bizi yorunca Papaya’ya geri dönüp hamaklarda yayılıyoruz. Onca yoldan sonra ben hamağa serilip serilmez tabiri caizse sızıyorum.
Uyandığımda artık akşam yemeği vakti gelmiş, ama bizimkiler hala havuzun içinde. Hepimiz öylesine keyifliyiz ki El Salvador fikrini ortaya atan Sascha’ya teşekkür ediyoruz. Ness ve Martin’in tavsiyesine uyup kıyıya inen kısa yolun üzerindeki tacos restoranında (aslında restoran demeyelim de birkaç masası olan bir kulübe diyelim) yemek yemeğe karar verildi. Pansiyondan çıkıp birkaç adım attıktan sonra insan toz toprak içinde kalıyor ama yine de yılbaşı akşamı olduğu için hepimiz giyinip süslendik.
Deniz mahsüllü tacoslarımızı biralarımızla yudumlarken sokakta havai fişek ve bomba vahşetinin yeniden başladığını irkilerek fark ediyoruz. Garson, “Siz bir de bu gece yeni yıla girerken atılacak bombaları düşünün” deyip bizi uyarıyor.
Yemek sonrası soluğu kıyıdaki barlardan birinde alıyoruz, içeriden güzel latin ezgileri geliyor. Bir süre sonra İngiliz kardeşler de katılıyorlar bize. Bir ara etrafıma bakıyorum, Mormonlar barı terk etmiş. Zaten portakal suyuyla oyalanıyorlardı bir süredir. Biz gece ilerledikçe müziğin ritmine kapılıyoruz, Maximo’da aldığımız salsa derslerinin verdiği cesaretle bazen Salvadorlular bazen de bizim gibi diğer gezginlerle dans etmeye devam ediyoruz. Gece yarısı olduğunda kalabalığın akışına kendimizi bırakıp plaja bakan duvarın üzerine tüneyip havai fişek gösterilerini izliyoruz. Bazıları ellerindeki çubuklardan küçük ateş topları fırlatıyor yukarı. Kimileri ellerinde içkileri kendilerini denize atıyor. Biz bir süre daha gökyüzünü seyredip yeniden dans etmeye geri dönüyoruz. Çok eğleniyorum, hayatımın en sıcak yılbaşı gecesi diye düşünüyorum.
                                           Yılbaşı gecesinden sabaha kalanlar... 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

El Salvador 1: Yol arkadaşlarım 6 Jan 2011 6:45 PM (14 years ago)


Yeni yıla El Salvador’da girme fikri Sascha’dan çıktı. Biz sabah çalışırken o Antigua’daki seyahat acentelerini tek tek dolaşmış ve uygun bir tur bulmuş, hatta birlikte çalıştığı Rachel ile depozitosunu yatırmış bile... El Salvador kıyıları özellikle sörfçüler için bir cennet. El Zonte, El Tunco, La Libertad gibi sahilleri çok meşhur. Yeni yıla buradan da sıcak bir iklimde, Pasifik Okyanusu kıyısında girmek bize de cazip geliyor. Sascha’nın peşine takılıp acenteye gidiyoruz. Kısa boylu, şişman, dudakları patlak, gangster kılıklı bir adam sandalyesine yayılmış cips yiyor. Orada olmamız çok da umurunda değil gibi, konuşurken uzaklara bakıp göbeğini kaşıyor. Renny ve ben adamdan hiç hoşlanmıyoruz, tipi de tekin gelmiyor, dudakları sanki bir kavgada patlamış gibi... El Salvador’da gideceğimiz plaj, kalacağımız otelle ilgili sorularımıza adamın doğru düzgün yanıt veremediğini görünce iyice işkilleniyoruz. Sonunda anlıyoruz ki Sascha El Salvador yerine Guatemala’nın Pasifik kıyısındaki Monterrico plajı için rezervasyon yaptırmış. “O zaman alalım paraları geri” diyecek oluyoruz, adam bize doğru hırlıyor... Pek tartışmamaya çalışıyoruz. Adının Jose olduğunu öğrendiğimiz suratsız adam “Señorita yanlış anlamış, eğer isterseniz ben size El Salvador’da bir yer de ayarlarım” diyor. Ahhh Sascha nereden atladın hemen bu acenteye diğerlerini doğru düzgün araştırmadan!... Sascha üzgün balık suratıyla bize bakıyor, “Napalım, benim hatam... yansın o zaman para, adamdan da ürktüm” diyor. Kıyamıyoruz ona, Jose efendiyle El Salvador pazarlığına girişiyoruz. Sonunda anlaşma yapılıyor, eğer toplam sekiz kişi ya da daha fazla olursak otel ve transfer için vereceğimiz ücrete üç öğün yemeğimizi de dahil edecek. Ayrıca şoför de bizimle birlikte kalacak, böylelikle diğer plajlara geçebilmek için aracımız yanımızda olacak. Ertesi gün için Sascha’ya ceza veriyoruz, sekiz kişiyi tamamlamak için diğer gönüllülerle konuşacak. Allah için becerikli kız, ağzı da laf yapıyor, bir gün sonra yolcularımızın sayısının ona çıktığını öğreniyoruz. Ertesi gün diğer seyahat arkadaşlarımızla Maximo’da buluşup acenteye gidiyor ve paramızı yatırıyoruz. Sascha’nın birlikte çalıştığı geveze Rachel, engelli çocukların kaldığı bir yetimhanede çalışan Amanda ve bir klinikte gönüllü olan hemşirelik öğrencisi Levi dışında diğerlerini tanımıyorum. Amanda, Rachel ve Levi gibi Amerikalı genç bir çift, Koreli bir kızcağız, ABD’de tıp okuyan Çinli bir kız daha. Acente bizi Cuma sabahı altıda evimizden alacak, dört saatlik yolumuz var.           
Akşam evde bir yandan salsa ritimleriyle dans ederken bir yandan da çantalarımızı hazırlıyoruz. Koruyucu meleğimiz Mari bize yine yolluk hazırlıyor, sandviçler, meyveler, çikolatalar... keyfimize diyecek yok. Bu arada Leo elinde iki şapkayla yanımıza geliyor. Bir tanesi hasır, diğeri siyah bir fötr şapka. Hasır olana bayılıyorum, “Bu el yapımı meşhur bir Panama şapkası, sombrero deniyor. İstersen yanına alabilirsin, orası çok sıcak olacak” diyor. Sevinçle kapıyorum şapkayı, teşekkür ediyorum. Diğerini de Pat kafasına takıyor, kendi kendimize gülüşüyoruz. 

Mari sabah beş buçukta bizimle birlikte kalkıyor, kahvaltımızı da hazırlıyor. Kapının önüne çıkıp beklemeye başlıyoruz. Yirmi dakikaya kadar endişelenmiyoruz. Yarım saat, kırk dakika, elli dakika geçiyor. Jose telefonuna da cevap vermiyor. “Tamam soyulduk” diyoruz. O sırada Sascha Rachel’a ulaşmayı başarıyor, herkesi sırayla toplayarak ağırdan geliyorlarmış bizim eve doğru. Küçücük Antigua’da herkesi almaları nasıl bu kadar uzun sürüyor diye tartışıyoruz. Neyse ki yedide araç geliyor. Küçücük eski bir minibüs, içeride insanlar tıkış tıkış. Ön koltukta tanımadığımız bir kız görüyoruz, İsviçreliymiş, Jose onu ve bir arkadaşını da bizim tura dahil etmiş. Bu araç nasıl on iki kişi alacak diye birbirimize bakıyoruz ama, yola çıktığımız için de mutluyuz. Son olarak İsviçreli kızın arkadaşını almak üzere bir evin önünde duruyoruz. Şoför kapıyı çalıyor ama ses yok... On dakika sonra kız kapıda beliriyor, uyuyakalmış... yirmi dakika da onun için bekliyoruz. Herkes gergin bir şekilde birbirine bakıyor, derin nefes alıp sakinleşmeye çalışıyoruz. İsviçreliye dönüp “Arkadaşını arasana, neden gelmiyor!” diyor bazıları. İsviçreli cevap veriyor: “Ben de çok iyi tanımıyorum, Belçikalı bir kız bu, sadece aynı yerde çalışıyoruz, telefonu da yok.” Sonunda kız özür dileyerek geliyor. Homurtular bir müddet daha devam ediyor, yola çıkmak için sabırsızlanıyoruz.

Ben arka koltukta üç kişiyle birlikte kucak kucağa oturuyorum, önümüzdeki iki sıra da dolu. “Çok klostrofobik bir yolculuk olacağa benziyor” diyorum. Yanımda oturan çift “Kaza yaparsak buradan çıkmamız mümkün değil” diye gülüyor. Gülünecek bir şey bulamıyorum, “yaa sabır” deyip düşünmemeye çalışıyorum.
Yola çıktık... güneş kendini gösterip hava ısınmaya başlayınca koltuktaki samimiyetimiz fazla gelmeye başladı. Fakat dağlardan okyanus kıyısına doğru ilerledikçe manzara öylesine güzelleşti ki halimizi unutuverdim.
Önce uçsuz bucaksız mısır ve muz tarlalarını görüyorum. Hasat zamanı olduğu için ürünler toplanmış, çiftçiler tarlalarını temizliyor. Yollarda atlarını süren köylüler, yanlarında birer inek ve köpek, beyaz kovboy şapkaları ve çizmeleriyle ilerliyor. Volkanları ve sıradağları ardımızda bıraktıkça palmiyeler çoğalmaya başlıyor. Yol aşağı doğru kıvrılarak sahile doğru iniyor. Tam asfalt yol ne kadar düzgün diye düşünürken, ana yoldan çıkıp bozuk bir köy yoluna giriyoruz. Arka koltukta zıplarken ne olduğunu anlayamadığım koltuğun demir bir parçası popoma batıyor, o sırada yanımda oturan Amanda kafasını tavana çarpıyor. “Ne oluyor, neden girdik bu yola?” diye sesleniyoruz şoföre, “Geçen yıl fırtınada asfalt yol zarar gördü, yolu kapattılar, mecburen bir süre bu şekilde ilerleyeceğiz” diyor.
Köy yolundan çıkar çıkmaz El Salvador tabelasını görüyoruz. On kilometre kaldığını müjdeliyor. Bu arada Salvador’a doğru irili ufaklı ırmakların çoğaldığı dikkatimi çekiyor. Birçok ufak köprüden geçiyoruz. Aşağıda dere kenarındaki taşların üzerinde rengarenk çamaşırları görüyorum, köylüler bir yandan yıkamaya bir yandan kurutmaya devam ediyor, çocuklar gülüşerek suya atlıyorlar. Biraz daha yol alınca karşıda iki üç tane kulübeden bozma kerpiç ev görüyoruz. Önünde birçok araç park etmiş. Şoför “sınıra geldik” deyince şaşırıyoruz. Ne bir asker, ne bir güvenlik koridoru. Karşıda gördüğümüz kulübeler de sınır kapısıymış. Arabamızı park edip iniyoruz. Kulübelerin birinin önünde iki camlı bölme var, pasaportlarımızı burada damgalatacakmışız. 

Bu arada şoförümüz kişi başı 15 quetzal (yaklaşık 2 dolar) geçiş parası ödeyeceğimizi söylüyor. Sıraya giriyoruz. Benden önce Çinli kız pasaportunu uzatıyor. “Bakalım ne sorun yaşayacağım” diyor. Söylediğine göre Çin pasaportuyla giriş-çıkış yapmak her ülkede çok zormuş. “Neden” diye soruyorum, “Komünist ülkeyiz ya” diyor. Gerçekten de polis memuru pasaportunu dikkatle inceliyor. Kızcağız aslında ABD’de okuduğu için oturma izni ve vizeye sahip. Ama buraya gelmeden önce de ayrı vize istemişler. “Guatemala bizden vize istemiyor” derken Türk pasaportuyla ömrü vize kuyruklarında geçmiş biri olarak hafiften böbürleniyorum.  Yanındaki pencere boşalınca ben de oraya geçiyorum ama benim pasaportumu da diğerlerinden ayrı bir dikkatle inceliyor polis memuru. Hatta pasaportumu alıp içeriye gidiyor ve görevlilere gösterip birşeyler söylüyor. O an bir ürküyorum, “kıza güldük içimizden şimdi beni uğraştıracaklar” diye düşünüyorum. Bu arada Çinli kızın işlemleri hala devam ediyor. Şöyle bir yan gözle bakıyorum, polis memuru kıza ciddi bir suratla birşeyler soruyor. Sonra elinde pasaportumla polis memuru gülerek geri dönüyor. “İlk kez bir Türk pasaportu görüyorum, arkadaşlara da göstereyim dedim” diyor. Rahatlayıp gülümsüyorum, havadan sudan sohbet etmeye başlıyoruz. Pasaportumu damgaladıktan sonra  ardımdan bağırıyor, “Hey Turca! İsmin çok güzel bu arada!”. Edalı edalı teşekkür ediyorum. 

Bu arada yol arkadaşlarımda bir Türk pasaportu merakı hasıl oldu. Herkes sırayla bakmak için izin istedi. Silme vize dolu pasaportumla çok hava atıyorum, onlar da gayet Amerikalı bir şekilde “vaaauuvv aavvvsım, bizim pasaportlar bomboş” diye bağırışıyorlar. Demiyorum tabi siz Amerikalısınız diye her yere elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyorsunuz diye. Marifet sandılar onca vizeyle dolu pasaportu. 


Arabaya doluşup sınırdaki köprüyü geçerken içi boş demir bir askeri bekçi kulübesi görüyoruz. Ne işe yarıyorsa... Bu arada Salvadorlu ve Guatemalalılar ellerini kollarını sallayarak geçiyorlar sınırdan. El Salvador pasaport kontrolüne geldiğimizde aracımız yavaşlıyor. İlk kez üç tane asker görüyoruz. Açık camlarımızdan içeri bakıp, “Yolculuk nereye?” diye gülüyorlar. “El Tunco plajı” diyoruz. Selam verip, geçin işareti veriyorlar. Salvador tarafında da aynı kulübeler... Burada da pasaportum neşeyle karşılanıyor. Bu arada pasaport kuyruğundayken ellerinde tomarla para olan adamlar yanımıza yaklaşıp “Quetzal bozdurmak ister misiniz?” diye soruyor... Biz “bankada hallederiz” deyince şoförümüz “El Tunco’da ne banka ne de ATM var. Burada biraz para bozdursanız iyi olur. Ben sizi El Tunco öncesinde bir bankada durduracağım ama bugün yarım gün olduğu için yalnızca ATM’den para çekebileceksiniz” diyor. El Salvador’un para biriminin ABD doları olduğunu öğrenip şaşırıyorum. Adamlara çok güvenmediğimiz için küçük paralarımızı bozdurup yola devam ediyoruz.
Salvador’a girince bütün ağaçlar palmiyeye döndü. Kıvrılan dağ yollarından aşağı doğru inmeye başladık. Adım başı bir nehrin üzerinden geçiyoruz. Üzerleri palmiye yapraklarıyla örtülü ahşap kulübeler çoğalıyor. Yol kenarında ağaç evler de görüyoruz. Bir kıvrımı döndükten sonra karşıda masmavi Pasifik okyanusu beliriyor. Kızlar “Okyanuuuusssssssssss!” diye çığlık atmaya başlıyor. Aşağıda muhteşem koylar var, turkuaz bir deniz, palmiyeler ve siyah kumlar alabildiğine uzanıyor. İrili ufaklı tekneler kıyıdan seyrediyor. “Otele yerleşir yerleşmez plaja ineceğiz!” diye gülüşmeye başlıyoruz. Bu arada yanımdaki Amerikalı çift akşam yani yılbaşı akşamı için nasıl bir plan yaptığımızı soruyor. “Plan yapmadık, bakalım rüzgar nereden eserse” diyorum. “Biz çok alkol kullanmıyoruz, yani öyle çılgın bir gece geçirmeyiz, değil mi? Buralarda kendimizi kaybetmeyelim, dikkatli olmak lazım” diyorlar. Garip karşılıyorum ama “tabi tabi” diyorum. Birkaç dakika sonra Rachel kulağıma eğilip dedikodu yapmaya başlıyor, “Hey bu Amerikalı çiftle aynı evde kalıyorum ben. Mormonlar ya, biraz tutucular. Ayrı odalarda yatıyorlar evde de ” deyip bıyık altından gülümsüyor. Ben, “Nee?! Mormon mu? Hah ekipte bir mormonlar eksikti. Ama Andrew bana ailesinin Yugoslav asıllı olduğunu söylemişti” diyorum. Rachel da gülerek devam ediyor, “Biliyorum, ama mormon olmuşlar işte ABD’ye göçünce... Harika bir grubuz gerçekten, iki mormon, ben ve Levi iki yahudi, sen... Koreli ve Çinli kızların dini nedir acaba..” diyor. Öğreniyorum ki mormonlar evlenmeden önce iki sene misyonerlik görevi yapmak zorundaymış.  Andrew daha önce bir yılı aşkın bir süre Meksika’da misyonerlik yapmış. Şimdi de kız arkadaşıyla görevlerine devam ediyorlarmış. “Bu yüzden İspanyolcası da çok iyi” diyor Rachel. “Bu seyahat beni daha kimlerle tanıştıracak acaba” diye düşünüyorum.       

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Pazarla karnaval karışınca 29 Dec 2010 7:05 PM (14 years ago)


Panajachel’de bir gün kaldıktan sonra Pazar sabahı erkenden Chichicastenango kasabasına doğru yola çıktık. Biliyorum çok uzun bir isim. Burada da kısaca Chichi diyorlar zaten. Guatemala’da sonu “tenango” ile biten birçok kasaba veya şehir var. Tenango Maya dilinde “yer” anlamına geliyormuş, bizim “köy” eklememiz gibi. Bazılarını sıralamadan edemeyeceğim: Quetzaltenango, Huehuetenango, Momostenango, Acotenango... Uzayıp gidiyor. Chichi aslında pazarı ile meşhur bir kasaba. Panajachel’in kuzeyinde iki saatlik mesafede. Yalnız bizim ziyaret ettiğimiz gün kasabanın azizi kabul edilen Santo Tomas gününe denk geldi. 

Vardığımızda araç bizi arka sokaklardan birinde indirdi. Şoför, “Üç saatiniz var gezmek için, merkeze girmem imkansız, buradan yürüyeceksiniz” dedi. Kalabalık olacağını tahmin ediyorduk ama böylesine bir curcuna beklemiyorduk. Daracık sokaklarda yürümek neredeyse imkansız. Sokakların iki tarafı pazar tezgahları ile dolup taşmış, üstelik bir de seyyar satıcılar var. Herkes burnumuzun dibine hediyelik eşyalar sokuyor. Bu arada pazara girmeden önce, çantalarımıza dikkat etmemiz konusunda uyarılıyoruz. Ara sokaklardan Santo Tomas kilisesinin baktığı meydana doğru yürümeye çalışıyoruz. Sıcaktan ve kalabalıktan nefes almak neredeyse imkansız. Üstelik neredeyse her 20 metrede bir yerde şuursuzca yatan baygın adamlar görüyoruz. Bizden başka kimse ilgilenmiyor, üzerlerinden atlayıp geçiyorlar. İlk adamı gördüğümüzde çok panikledik. “Ölmüş müdür adam, doktor yok mu” gibi salak tepkiler gösterdikten sonra yanımızdan geçen bir adam “Meraklanmayın, bunlar ayyaşlar, içkiden ve sıcaktan böyle baygın düşüyorlar” diyor. 
 
Etrafımdaki insanlara,renklere seslere ilgiyle ve şaşkınlıkla bakıyorum. Ama bir yandan da öylesine bunalıyorum ki alışveriş edecek gücü bulamıyorum. Sadece kalabalığın akışına bırakıyorum kendimi. Meydana geldiğimizde şaşkınlığımız daha da artıyor, Santo Tomas Kilisesi’nin merdivenleri silme insan dolu. Herkes kilisenin önündeki meydana dikilmiş olan yüksek direğe bakıyor. Bir anda bizim kızlardan biri çığlık atıyor, “Adamlara bakın, adamlara bakın!” diye bağırıyor. Güneşten gözlerimizi kısarak direğin tepesine bakıyoruz. Direk en az bir 20-30 metre var. Palmiye ağaçlarını ucu ucuna eklemişler. Bir de dandirik merdiven dayamışlar. İki tane adam bellerinde iplerle merdivenleri çıkıyor, ipleri direğe doluyorlar, sonra da döne döne aşağı bırakıyorlar kendilerini... Biz de ağzımız açık adamlara bakıyoruz. Meğer Santo Tomas’da karnaval sırasında direkten uçmak adetmiş. Bungee jumping’in tarihi versiyonu gibi. 

Adamlar havada dönüp dururken aşağıda da karnaval devam ediyor. Geleneksel karnaval kıyafetlerini giymiş olan Mayalar Marimba eşliğinde dans ediyorlar.  Ben merdivenlerin bir köşesine çöküp karnavalı izliyorum. Arkadaşların bazıları kendilerinde alışveriş yapma gücünü bulup ara sokaklara dalıyorlar. Sonunda susuzluğa dayanamayıp ben de ayaklanıyorum. Bir bakkal bulup kendimize birer şişe su alıyoruz. Bakkalı bulduğumuz sokağın bittiği noktada, karşıda bir tepe üzerinde rengarenk küçük evler olan bir alan görüyoruz. Ben “Ne şirin evler bunlar minik minik” diyecek oluyorum; bakıyorum ki bunlar evcik değil mezarlıkmış. Mezarlığa uzun uzun bakıp yeniden Chichi sokaklarında kayboluyoruz.      

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Atitlan 2: Guatemala grafittileri ve Maşimo’nun evi 29 Dec 2010 6:24 PM (14 years ago)


Gezinin devamını yazmak için gelip favori mekanım Rainbow Cafe’ye oturdum, tam sipariş vereceğim, yine Türkçe duyuyorum! Baktım Fatma teyze karşı masada... Kısaca hoş beş ediyoruz, “Kızı bırakıyoruz artık burada, yarın dönüyoruz eve. O üç buçuk hafta daha kalacak” diyor. Bir hastanede gönüllü çalışması kabul edilmiş ama Fatma hanımın yüzünde endişeli bir ifade var. “Gittim baktım, çok sefil bir yer” diyor, “Ama artık buraları öğrendi, kendi başına idare eder diye düşünüyorum” diye ekliyor. “Tabi tabi, mutlaka” diyorum, kızı bana emanet etmesinden korkarak. Gezi sırasında öyle bir lafını etmişti de, anlamazdan gelmiştim. Demeyin ki ne hainsin, ne kötüsün... Gencecik kızın sorumluluğu alınır mı!? Neyse ki lafını etmedi, ben de yazımın başına dönebiliyorum.
Panajachel’den ilk durağımız olan San Juan’a ulaşabilmek için gölü boylu boyunca geçtik. Oldukça büyük bir göl burası, karşı yakayı güçlükle seçebiliyor insan. Tekne hızlandıkça üşümeye başlıyoruz, pencerelerden de içeri sular giriyor. Ama gölün manzarası gerçekten görülmeye değer. Tepede güneş giderek yükseliyor ve suyun mavisi pırıl pırıl parlıyor. Kaptanın söylediğine göre 300 küsür metreyle Orta Amerika’daki en derin gölmüş Atitlan. San Juan’a yaklaştıkça sazlıklar başlıyor, su durgunlaşıyor. Köyün minicik tahtadan bir iskelesi var. Sağına ve soluna bizim teknelerden yan yana onlarcası dizilmiş. Birinin yanına yanaşıp, sırayla iskeleye en yakın olanına doğru tekneleri enlemesine yürüyoruz. 


İskelenin sağında ve solunda iki küçük sanatevi görüyoruz. Çoğu Maya yerlilerinin yaşayışlarını anlatan resimlerle dolu. Bazı dükkanlarda da rengarenk el işleri, masa örtüleri, çantalar göze çarpıyor. İskelenin başında bizleri karşılamaya gelen köyün uyuz köpekleriyle birlikte oldukça dik bir tepeyi tırmanmaya başlıyoruz.  Guatemala’da sokaklarda dolaşırken hep dikkatimi çeken, reklam panoları ya da tabelalar yerine binaların duvarlarını kullanmaları olmuştu. San Juan’da da bu böyle, ama şehre göre daha renkli, daha canlı duvar resimleri var. Biz bu resimlere Guatemala grafittileri adını verdik. İki evden birinin duvarları resimlerle süslü, önce tek tek fotoğraflamaya başlıyoruz, sonra bakıyoruz ki sonu gelmiyor. Neredeyse köydeki tüm binaları fotoğraflamamız gerekecek. Bir yerden sonra bırakıyoruz. 


Tırmandığımız tepenin sonundan aşağı göle doğru bakınca harika bir manzara görüyorum. Soluma döndüğümde bembeyaz evinin verandasında oturmuş yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Hareketsiz, hiç kımıldamadan sallanan sandalyesinde oturmuş manzaraya bakıyor dedeciğim. Adeta bir tablo gibi duruyor orada, öyle uzun uzun bakıyorum ki gözü bana takılıyor, el sallıyor. “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diyorum. “Elbette” dercesine başını sallıyor. İki poz alıyorum, sonra yeniden el sallayıp yoluma devam ediyorum. 


Önümüzde köyün minik minik evleri diziliyor, arkadaki tepede yukarıdan köye bakan bir haç görüyoruz. Her köyün böyle bir koruyucu haçı var tepelerinde. Beğendiğimiz duvar resimlerinin önüne uzun uzun fotoğraf çekiyoruz. O sırada üst sokaklardan birinden havai fişek sesleri geliyor. Yukarıda yarısı inşaat halinde bir kilise olduğunu görüp tırmanmaya devam ediyoruz. Vardığımızda anlıyoruz ki içeride bir düğün var. İçerideki kadınların hepsi başlarını dantel örtülerle örtmüş, gelin de damat da çok güzel, geleneksel giysilerini giymişler, rahibin karşısına oturmuşlar, konuşmasını dinliyorlar. Bu arada konuşmanın İspanyolca değil Maya dilinde olması dikkatimi çekiyor.  Kilisenin tavanına uzun beyaz tüller germişler, kadınların renkli dantel örtüleriyle çok şık görünüyor. Meraklı gözlerle içeri giriyoruz ama kendimizi birden düğündeki davetsiz misafirler gibi hissediyoruz. İçimizden bazılarımız “Foto çekmeyelim ya, artık ayıp olacak, insanların özel günleri” diyor. Çok aklım kalıyor içeride ama ancak kilisenin dış cephesini fotoğraflamakla yetiniyorum. 


Kaptanın bize verdiği süre dolduğunda aşağı doğru inişe geçiyoruz, ben dayanamayıp sahildeki sanatevlerinden birine dalıyorum. Küçük suluboya tablolar dikkatimi çekiyor, “20 quetzal” diyor dükkanın sahibi. Meğer bu küçükleri öğrencisi olan sekiz yaşında bir kız yapmış. “Ben birşey kazanmıyorum, okula gitmesi için destek oluyor bu para, ona veriyorum doğrudan” deyince dayanamayıp birer tane alıyoruz hepimiz. İskelenin yanındaki sazlıkta balık mı tuttuğunu yoksa otları mı temizlediğini anlamadığımız kayıktaki amcaya bakarak yeniden teknemize bindik. San Pedro’ya doğru yola koyulduk. Sahil şeridinde çok güzel ahşap evler gördük ama, tek tek ve birbirlerinden epey mesafeli duruyorlar. Anladığım kadarıyla buraya inzivaya gelen pek çok yabancı var, bu evleri de onlar yaptırmışlar. Kimilerinin kocaman terasları var, ağaçların ardında saklanmış gibi duruyorlar. Ama bu gölde yüzebiliyorlar mı emin değilim. Kaptan da pek çok köyden yüzülebildiğini fakat gölün epey pis olduğunu söylüyor. 








San Juan ve San Pedro köyleri birbirlerine çok yakın. Neredeyse on dakikada San Pedro’ya varıyoruz. Buranın iskelesini Kekova’daki köylerin iskelelerine benzetiyorum. Küçücük bir koy, sırasıyla kafeler ve pastaneler dizilmiş. Buranın tropikal meyvelerinden yapılan müthiş dondurmalarını satıyorlar. San Pedro’ya vardığımızda artık öğle sıcağı iyice azmış durumda. Üzerimizdeki hırkalar, pantolonlar çok gelmeye başlıyor. Allahtan tedbirli gelmişim, kıyıdaki küçük kafede otururken tuvalete gidip üzerimi değiştiriyorum. Beynimiz sulanmasın diye eşarplarımızı kafamıza doluyoruz. Bu köyün girişindeki ana cadde de dimdik bir yokuş. San Juan’dakinden daha fena... Kafede soluklanıp soğuk birşeyler içiyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Yokuşu çıkarken nefesim kesiliyor. San Pedro’nun sahili çok güzel ama köyü derme çatma evlerle dolu. “Çok entersan da birşey yokmuş” derken bir ara sokakta gecekonduların arasında, sanki fildişinden yapılmış gibi duran, Tac Mahal’e benzeyen görkemli bir bina görüyoruz. Meğer bir Baptist kilisesiymiş. Kapısı kocaman demirlerle kapalı olduğundan içeri giremiyoruz, yakınına gelip uzun uzun binayı izliyoruz. Sahildeki kafede çok fazla oyalandığımız için köyü detaylıca gezmeye vaktimiz olmuyor, biz de teknemize doğru geri dönüyoruz.


Panajachel’e geri dönmeden önce, Santiago kasabasını ziyaret edeceğiz. Burası Tzutuhil dili konuşan Mayaların yaşadığı bir yer. Aslında Atitlan gölü kıyısınsaki her köy ayrı bir dil konuşurmuş, ama anladığım kadarıyla Santiago gelenekleriyle diğerlerinden biraz ayrılıyor. Burada Hıristiyanlık öncesindeki inanışlar hala korunuyor ve yerel tanrıları Maximon (Maşimo) koruyucu tanrı olarak kabul ediliyor. Kafasında bir fötr şapka, kolları olmayan Maşimo tanrısının heykelciği, bereket getirmesi için kasabanın yerlilerinden birinin evinde bir yıl boyunca ağırlanıyor. Maşimo’yu ziyarete gelenler ona rom, bira, puro, yiyecek ve içecekler getiriyorlar ve bolluk/bereket için dua edip birlikte içiyorlar. Biz de Maşimo’yu göreceğimiz için heyecanlanıyoruz. Zaten Santiago’da iskelede iner inmez, kasabanın küçük çocukları etrafımızı sarıyor ve Maşimo’nun kaldığı evi göstermek için rehberlik etmek istiyorlar. Biz de çocuklara birkaç quetzal verip peşlerine takılıyoruz. Dar sokaklardan, dik yokuşlardan geçip metruk bir evin önüne geldiyoruz.
Açıkçası buraya ev demeye bin şahit ister. Bulaşık ve çamaşırların birlikte yıkandığı, bir yanda yakacak odunların dizili olduğu bir avlunun ardından, küçük tek göz, kapkaranlık bir oda. İçeride tütsüler de yandığı için dumandan göz gözü görmüyor. Ortada Maşimo’nun heykeli, önünde çiçekler, içecekler, yanıbaşında da evin sahipleri olduğunu düşündüğümüz iki adam oturuyorlar. Para kesiyorlar açıkçası. Çok para istedikleri için fotoğraf çekmekten vaz geçiyoruz, zaten kahve plantasyonunun içerisindeki müzede aynısını görmüştüm. İçeride dumandan nefes almak da çok güç, bir kafamızı uzatıp çıkıyoruz. Daha önce gezi kitaplarımızda okumuş olduğumuz tepedeki büyük Santiago kilisesine doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yolda metruk gecekonduların yanı sıra, cumbalı, kimisi bizim köy evlerimize benzeyen güzel binalar da görüyoruz. Kiliseye gelmeden önce bir semt pazarının içinden geçiyor, sonra da bir meydana dalıyoruz. Meydan çok büyük değil ama ortasında palmiye yaprakları üst üste yığılarak yapılmış olan devasa bir Noel ağacı duruyor. Öyle ki ne kadar geri gidersem gideyim ağacı kadraja sığdıramıyorum. Dibine bir sürü eski giysiler bırakılmış, Noel günü fakirlerin alması içinmiş. 


Santiago kilisesi yüzyıllar önce İspanyol koloniciler tarafından kasabanın en tepe noktasına inşa edilmiş. İçinde birçok azizin mezarları da bulunuyor. Kilisenin kapladığı alandan büyük, ortasında yine kocaman bir haç olan, kare bir avlu var; bir tarafında kadınlar leğenlerin içinde çamaşır yıkıyorlar. 30 yıl önce burada çalışan Amerikalı Stanley Francis Rother isimli bir misyoner rahip varmış. Yardımlarından ötürü yerli halk tarafından çok seviliyormuş. 1981 yılında aşırı sağcı bir grup, kilisede vaaz vermekte olan Rother’i öldürmüş. Onun anısına da içeride bir plaket yapmışlar.
Kiliseden aşağı inişimiz epey zor oluyor, yolları şaşırıp kayboluyoruz. Sahile indiğimizde artık akşamüzeri olmuş, Pana’daki müthiş otelimize doğru yola çıkıyoruz. Pana’ya varır varmaz sıcaktı soğuktu demeden kendimizi duşa attık. Sonra da günbatımını izlemek ve akşam yemeği yemek için sahile iniyoruz. Görece olarak şık bir yer bulup nachos’ları, avokado soslarını, karideslerimizi yiyoruz. Hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm beliriyor.
     

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Atitlan 1: Her Türk seyahatinde mutlaka bir başka Türkü bulacaktır 28 Dec 2010 9:13 PM (14 years ago)


Guatemala volkanlar ülkesi. Yanlış bilmiyorsam ülke çapında otuz küsür tane volkan varmış. Bir tanesi yanıbaşımızda minik minik tütüyor her gün. İlk geldiğimde çok garipsemiştim, şimdi daha bir kanıksayarak bakıyorum. Ama yalnızca dumanı tütenler değil, tütmeyenler de öylesine ihtişamlı ki, hala her sabah evden çıktığımda gördüğüm manzaraya hayranlıkla bakıyorum.
 Antigua’ya iki saatlik mesafede ise, görkemli üç ayrı volkanın arasında yükselen büyük bir krater gölü var; ismi Atitlan. Geldiğim ilk günden beri ‘Atitlan’a gittiniz mi’ diye soruyordu herkes, biz de iki hafta önce buraya bir haftasonu gezintisi yapmaya karar verdik.  Gölün çevresinde irili ufaklı birkaç tane köy bulunuyor. Biz en büyükleri Panajachel’de ufak bir otel ayarladık. Açıkçası turu ayarladığımız acente bize otelin resimlerini gösterdiğinde oldukça şık duruyordu, hani bizim “butik” tabir ettiklerimizden... Vardığımızda ise bambaşka bir manzara ile karşılaştık. Ülkemizin standartlarına göre sefil bir pansiyon diyelim. Yine de sabah güneşinde Atitlan ve karşımızdaki volkanlar öyle güzel parlıyorlardı ki sesimizi çıkartmadık. Zaten bir süre sonra öğrendik ki burada seyahat ederken sizi nelerin beklediği konusunda daima hazırlıklı olmak gerekiyor. Öncelikle sıcak suyu olan bir otel bulmak hazine bulmak gibi birşey. Otellerin broşürlerinde odalarda televizyon olduğu da iddia ediliyor ki, buna da gözlerinizle görmeden inanmayın. Hele hele internet bağlantısı var diyorlarsa, külliyen yalan.  

                                           Kahvaltımızı bekliyoruz...
Panajachel, sevimli, küçük bir turistik kasaba. Her yanı hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Gerçi uzun uzadıya dükkanlara girmenize gerek olmuyor, zira hepsinde aynı mallar satılıyor. Sokaklarda dolaşmak bu nedenle bir nevi dejavu etkisi yarattı bizde. En güzeli sahil şeridinde yürüyüş yapıp, küçük restoranların ve kayıkhanelerin arasında yürümek. Biz de vardığımızda öyle yaptık. Önceden ayarlamış olduğumuz tekne turunu beklemek ve kahvaltı etmek için kafelerden birine daldık. Atitlan’ın güzelim manzarasını seyrede seyrede kahvelerimizi beklemeye başladık. Sabah epey erken saatte vardığımızdan, kafede bizden başka kimse yoktu. Buna rağmen bekleyiş öyle uzun sürdü ki, neredeyse boşverip kalkacaktık . Bu arada, Guatemala’yı ziyaret etmek isteyenler için birkaç not daha düşeyim: Guatemalalılar, inanılmaz sıcak kanlı, güleryüzlü, misafirperver, hoşsohbet insanlar. Yalnız biri size randevu verdiyse yüzde doksandokuz nokta dokuz, geç geliyor. En az on, en fazla yirmi dakikalık bekleme süreniz var. Restoranlarda hızlı servis bekliyorsanız üzülürsünüz. Biz de bu durumu göze alarak garsona acelemiz olduğunu söyledik ama bir yandan teknenin de söyledikleri saatten daha geç kalkacağını düşünerek paniklemedik. Gerçekten de vardığımızda teknenin sahibi göbeğini kaşıyarak oturuyordu.  


Buradaki tekneler, uzun ince, zannımca çakma fiberglastan, üzeri kapalı ama pencereleri camsız, kayığın bir üst versiyonu taşıtlar. İçinde yan yana iki sıra, plastikten oturma alanları var. Yine de gözümüz korkmuyor, neşeyle teknemize adım atıyoruz. İçeride orta yaşlı iki bayan, bir genç kız ve 13-14 yaşlarında bir oğlan oturuyor. Arkamdan beni takip eden arkadaşlara laf yetiştirerek aralarına dalıyorum ama bir anda avını bulmuş köpekler gibi aniden duruyorum; kulaklarım kabarıyor. O da ne? Türkçe mi duydum yoksa?!  “Ay merhaba, Türk müsünüz yoksa, aaa valla yaaa!?” gibi saçma bir laf çıkıyor ağzımdan. “Merhabaaaa!” diye neşeli bir cevap alıyorum. Uzun zamandır burada yurdumu tek başıma temsil ettiğim düşüncesindeydim, çok yanılmışım... Türkün ayak basmadığı bir kıta olabilir mi? Elbette ki hayır. Sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. Üzülüyorum zira memleketlini görünce ister istemez bir sohbet etmek gerekiyor; gereksiz kibarlık yapılıyor. Seviniyorum, çünkü arkadaşlarımla İngilizce, çocuklar ve evsahibemizle İspanyolca konuşmaktan beynim sulanmaya başlamıştı. Arada gayri ihtiyari insanlara Türkçe cevap veriyorum, şaşkınlıkla suratıma bakıyorlar. 


                                           Fatma hanım anlatıyor, kızı Aslı seyrütemaşada...




Hararetle tokalaşıyoruz; onlar da burada bir Türkle karşılaşmaktan şaşkın. Ne için geldiğimi soruyorlar, yetimhanede çalıştığımı anlatıyorum. “Biz aslında Danimarka’da yaşıyoruz” diyor Zeynep hanım; “Arkadaşım Fatma’nın kızı Aslı tıp okuyor. Burada bir klinikte gönüllü çalışmak istedi. Biz de ‘kız daha ufak, birlikte gelip de ellerimizle kalacağı yere yerleştirelim’ dedik. Ben de oğlumu aldım yanıma, bize de seyahat oldu.” Bu arada birlikte geldiğim arkadaşlarımın suratlarına gözüm takılıyor, hepsi kulak kesilmiş bizi dinliyor. Türkçe duymak onlara enteresan geldi. Gülümseyerek bize bakıyorlar, sanki tanıdık kelimeler seçmeye çalışıyorlar.  Bir tanesi diyor ki: “Ne değişik bir diliniz var, hiçbir çağrışım yapmıyor. Güzel geliyor ama kulağa...”
Bir yandan sohbet edip bir yandan plastik koltuklarımıza yerleşirken tekne hızla hareket ediyor. Sırasıyla San Pedro, San Juan ve Santiago’ya gideceğiz.   



Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Zor işmiş Noel kutlamak 26 Dec 2010 7:56 PM (14 years ago)




Açıkçası Noel çılgınlığı bittiği için memnunum. Hem yetimhanede hem evde iki haftamız Noel hazırlıklarıyla geçti. Her yer ışıklandırıldı, evler süslendi, çocukların hediyeleri paketlendi. Sokakta her gece bir geçit töreni vardı. 24 Aralık’a kadar her gün devam edecek dedi Mari. İnsanlar ellerinde fenerler, sırtlarında Meryem Ana ve Josef heykelciklerini taşıyan bir tahtırevan, ziller çalarak yürüyorlar. İsa’nın doğumu için uygun bir yer aradıklarını sembolize ediyormuş bu yürüyüş. Heykeller her gece bir ailenin evinde kalıyor ve o evi onurlandırıyor. Geçit töreni bitince de gelsin havai fişekler, kızkaçıranlar.   
Burada Hıristiyan olmayan tek kişi ben olduğum için herkesin gözü benim üzerimdeymiş gibi geliyor. Sadece kuruntu belki ama nedense kendimi herkesten çok çalışmak zorunda hissediyorum. Yetimhanedeki çocukların hediyelerinin hepsini tek tek ben paketledim. Hediyeler giysilerden oluştuğu için aman çocukların isimlerini, yaşlarını karıştırmadan paket yapayım diye debelendim. Yetimhanenin ortasına kurulmuş olan ve İsa’nın doğduğu köyü sembolize eden büyük masanın süslemelerinin birçoğu benim elimden geçti. Çocukluğumun TRT’si sağolsun; çocuklara origami ya da el işleri yapmayı öğreten programlar vardı. Okuldan gelince televizyonun karşısına geçer saatlerce bu programları izlerdim. 36 yaşımda, Guatemala’da, Noel hazırlıkları için işe yarayacağını nereden bilirdim...
Noel sabahı ilk işimiz kilerdeki tahta masaları ve sandalyeleri bahçeye taşıyıp büyük öğle yemeği için sofrayı hazırlamak oldu. Sonra çocuklar Noel ağacının etrafında toplandılar ve tek tek hediyelerini açtılar. Tabi işimiz bununla bitmedi... Sırayla hepsini banyoya soktuk. Otuz küsür tane çocuğu yıkamak, banyodan kaçanları yakalamaya çalışmak, üşüyüp ağlama krizine girenleri sakinleştirmek, yeni giysilerini giydirmek birkaç saatimizi aldı. Onlarla birlikte öğle yemeğimizi yerken çatalı ağzıma götüremeyecek kadar yorulmuştum bile...
 
  
Evde ise Mari on gün önceden telaşlanmaya başladı. Evde kalan biz gönüllüler dışında Noel için iki oğlu başkent Guate’den geldi. Ayrıca Leo’nun önceki evliliğinden çocukları, eşleri ve onların çocukları da Noel günü eve geldiler. Pazardan tonlarca sebze-meyve alındı eve. Ve tabi birkaç tane de hindi. Mari ve mutfakta onunla çalışan iki yardımcısı günlerce yemek pişirdiler. Biz de gönüllüler olarak kendi memleketlerimizden birşeyler hazırlayalım dedik. Sascha meşhur(muş) Avustralya tatlısı Pavlova’yı yaptı. Pat, brokoli salatası ve balkabaklı pay pişirdi. Ben nereden aklıma estiyse karnıyarık ve domatesli pilav pişireceğime söz verdim. Yaptım da... Mütevazilik etmeyeceğim, domatesli pilavım süper oldu. Amma velakin buradaki patlıcanlar bizim evdekiler gibi uzun ince değilmiş; kocaman şişman patlıcanlar. Saatlerce pişiriyorsun yumuşamıyor meretler! Sanırım yarım günümü karnıyarık pişirmeye adadım. Pişmesi için saatlerce başında beklemem gerekti. Evdekiler ise “Ne meşakkatli işmiş bu yemeği pişirmek, kızcağız saatlerce uğraştı” dediler. Sonuç: görüntü nefis, tadı berbat bir karnıyarık ortaya çıktı. Fakat evdekiler orijinal tadının nasıl birşey olduğunu bilmedikleri için afiyetle yediler:) Ben de çok matah bir iş yapmışım gibi tebrikleri kabul ettim.

 
Pavlova güzelmiş hakikaten...

Noel öncesinde Mari’nin büyük oğlu avlumuzu dekore etti. İsa’nın doğduğu samanlık, bir yanına Meryem Ana, diğer yanına Josef ve azizlerin heykelcikleri yerleştirildi.  Altarın dibine içinde tütsü yanan bir de büyük testi koyuldu. Leo, tütsünün ruhlar için yakıldığını söyledi. Bizler de o sırada hediyelerimizi paketledik; oturma odasındaki devasa çam ağacının altına dizdik.
Akşam saat onda, ailecek Hermano Pedro katedraline Noel ayinine gidildi. Bunu gönüllüler olarak hepimiz çok istedik; Mari ve Leo da bizleri kırmayıp kiliseye götürmeyi kabul ettiler. İki dirhem bir çekirdek giyinip yola koyulduk. Aman o ne kalabalık, arabayı park etmek ve insan kalabalığından içeri girmek bir mesele... Kilisenin içi hınca hınç dolu olmasına karşın, buz gibiydi. Peder de bizi dondurana kadar uzun uzun konuştu. Daha doğrusu birkaç rahip ardı ardına konuşmalar yapıp, İsa’nın doğumunu ve hayatını anlattılar. Vaazın tamamını anlamadım tabi, hem dilimin yetersizliğinden, hem de dinlemek yerine çevremde oturan ve huşu ile vaazı dinleyen insanları izlemek daha cazip geldiği için... Vaazın sonunda, ben şaşkın gözlerle sırıta sırıta etrafıma bakınmaya devam ederken ön sıramda oturan kadıncağız dönüp birşeyler söyledi ve eliyle bileğimi kavradı. “Aman” dedim, “yakayı ele verdik burada.” Sonra baktım herkes birbirini kucaklıyor ya da bileğinden sıkıyor, meğer birbirimizin Noel’ini kutluyormuşuz... Ne yapacağımı bilemeden, acemice birkaç kişiye “Feliz Navidad” dedim. Aslında tokalaşırken bambaşka birşey söylüyorlar ama Guatemalalılar kibar insanlar, beni bozmadılar. 

Ayin sonrasında saat onbiri geçerken eve vardık. Saat tam onikide, dışarıda havai fişekler sanki bombardıman altındaymışız gibi patlarken, Leo odasından bebek İsa heykelciği ile çıktı. Mari ve aile üyeleri Leo’yu yanaklarından öpüp “Mutlu Noeller” dediler. Leo nazikçe uzanıp bebek İsa’yı samanlığın üzerine bıraktı. Ev halkı dualar okuyup şarkılar söyleyerek uzun uzun altarı seyretti. Öyle huşu içinde dua ediyorlar ki bir ara baktım Mari ve Pat ağlıyorlar. Sascha, Renny ve ben ise arkalarında şaşkınlıkla olup biteni izliyoruz, bir yandan da utanmazca fotoğraf çekiyoruz. Ben işi iyice ileri götürüp ayini videoya da alıyorum. Ev halkı asaletlerini bozmayıp biz turistlere oralı olmuyorlar. Şarkılar bittiğinde ağacın etrafında toplanıp, hediyelerimizi veriyoruz. Ve geceyarısı Noel yemeğine oturuyoruz.
Ben, “Ay yorgunluktan ölüyoruz, o pişirdiklerimizi nasıl yiyeceğiz şimdi?” deyince Mari esas yemeği yarın öğlen yiyeceğimizi söylüyor. Akşam yemeği için saat çok geç olduğundan ufak ufak atıştırıp, likörlü jöle shot’larımızı ve şarabımızı içiyoruz. Yemekten sonra Mari’nin oğulları ve evdeki torunlar bizi dışarı, kapımızın önüne çıkmaya davet ediyorlar. Meğer bomba patlatacakmışız! Hepimiz birer tane deniyoruz. Gece ikiye kadar sokakta komşularımızla birlikte havai fişek patlatıyoruz.
Öğlene doğru zorla uyandığımız 25 Aralık günü ise avluya kurduğumuz kocaman masada bütün ev halkı yemek yedik. Öyle çok yemişim ki bugün Pazar ve hala tok hissediyorum.          

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Leo’nun hikayeleri ve Nazarenos sokağı 22 Dec 2010 8:35 PM (14 years ago)



Guatemala diğer Latin Amerika ülkeleri gibi mitler ve efsanelerin ülkesi. Hıristiyanlık burada ciddi bir fenomen ama Maya hikayeleriyle farklı bir hal almış, başkalaşmış. Ev sahibim Leo, bizlere katılabildiği akşam yemeklerinde bu hikayeleri anlatmayı çok seviyor. Biz de masalcı nineleri dinleyen çocuklar gibi heyecanla anlattıklarını dinliyoruz. Tek derdim hikayelerin detaylarını layıkıyla anlayamamam. Yine de İspanyolcamı geliştirmek için bundan daha iyi bir yol olamaz diye düşünüyorum.
Leo tarihe çok meraklı; Türklerin köklü bir geçmişi olduğunu bildiği için sohbetlerin sonunda hep bana dönüp bizim hikayelerimizi, destanlarımızı, Osmanlı tarihini anlatmamı istiyor. “Türkleri ve sizin memleketinizi düşününce hep aklıma halının üzerinde uçan adamlar, Ali Baba ve Kırk Haramiler geliyor” diyor. Kırık İspanyolcamla birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama öyle zor ki! Eğer bu küçük şehirde doğru düzgün bir kitapevi bulabilirsem ona Noel için bir Osmanlı tarihi kitabı almayı planlıyorum. Ama ne yazık ki bulabileceğim konusunda çok ümitli değilim...
Dün akşam yemekte Leo’nun keyfi yerindeydi. Konu önce Antigua’nın kurulmasından açıldı. 500 yıl kadar önce İspanyol sömürgeciler burada bir başkent kurmaya karar veriyor. Volkan Agua’nın eteklerinde, Ciudad Vieja yani eski şehir denilen, şimdiki Antigua’nın birkaç kilometre ötesinde bulunan şehri kuruyorlar. O dönemde volkan Agua’nın tepesinde bir krater gölü varmış. Bir depremde göl taşıp seller şehrin üzerine akınca biraz daha ileriye Tekpan’a taşınmış. Ama Tekpan’da yaşayan Maya yerlileri sömürgecilerin burada bir şehir kurmalarına karşı çıkmış, yerleşimcilere göz açtırmamış. Onlar da bugünkü Antigua’nın bulunduğu yere gelmek zorunda kalmışlar. 29 Eylül 1717’de tahmini 7.4 büyüklüğünde bir deprem Antigua’yı vurunca 3 binden fazla bina yerle bir olmuş. 
Hükümet başkentin daha güvenli olduğu düşünülen Guate’ye taşınmasına karar vermiş ancak pek çok Antigualı şehri terk etmeye yanaşmamış. Leo’nun anlattığına göre sömürgeciler halkı taşınmaya zorlamak için geride kalan pek çok sağlam binayı da, özellikle kiliseleri dinamitle patlatıyorlar. Büyük çoğunluk Guate’ye taşınıyor ama binlerce insan burada kalmaya devam ediyor. Deprem sonrasında tarlalar da harap olduğundan uzun süre şehirde kıtlık yaşanıyor. Antigualılar uzun bir dönem yalnızca, bugün de şehrin her tarafında ağaçları bulunan yeşil kabuklu avokadolarla beslenmek zorunda kalıyorlar. Hükümettekiler kendilerine itaat edip şehri terk etmeyen Antigualılara “panzaverde” lakabını takıyorlar. Panzaverde, yeşil göbekli anlamına geliyor. Karınlarına ancak yeşil avokadolar giriyor deyip dalga geçiyorlar. Bugün bile Guateliler Antigualılara panzaverde diyormuş. 


Leo yeşil göbek hikayesinden sonra hayalet hikayelerine geçti. Korku filmi dinler gibi dinledik. Hepsini burada anlatıp sizleri korkulara sürüklemek istemiyorum. Ama en meşhurlarından birisi köpek hayaletiymiş, anlatmadan geçmeyeyim... Söylediğine göre Antigua’nın meşhur siyah bir hayalet köpeği varmış. İnsanlar dışarıda çok içki içip sarhoş bir halde evlerine dönmeye çalışırken bu köpek kendini gösterir, havlar, korku salarmış. İnsan sarhoş bir halde gece gece sokaklarda yürürken değil siyah köpek mor gergedan bile görür diye düşünüyorum ama hikayenin havasını bozmayayım diye yorum yapmıyorum. Daha önce buranın tarihine ilişkin okuduğum bir yazıda, Maya mitlerinde köpeklerin önemli bir yeri olduğunu öğrenmiştim. Köpek kurban etmeler, köpek tanrılar, köpek iskeletleri Maya hikayelerinin önemli bir parçası. Hayalet köpek hikayesinin de Maya mitlerinden beslendiğini düşünmeden edemiyorum.
Konu tarih ve hikayelerden açılınca Leo’ya “Etrafta ne kadar çok harabe var, belli ki eskiden çok güzel binalarmış. Çoğu da tel örgüler ya da parmaklıklarla kaplı.Gezebileceğimiz birkaç tanesi yok mu?” diye soruyorum. Birkaç binayı tarif ettikten sonra yeni bir hikaye anlatmaya başlıyor.
Buradaki evimiz La Chajon ve Los Nazarenos caddelerinin tam kesiştiği noktada. Şehrin merkezine inmek için en sık kullandığımız yollardan bir tanesi Nazarenos. Birkaç bulvarı kesen uzun ve dar bir yol. Bizim binanın bulunduğu köşeyi geçtikten sonra ileride yıkık, metruk, eski bir ev duruyor. Nazarenos sokağının en sonunda... Leo’nun söylediğine göre koloni döneminde bu binada kendilerine Nazarenos diyen bir gizli tarikat üsleniyormuş. Nazareno’lar aynı Klu Klux Klan gibi uzun takkeler takan, yüzlerini gizleyen tarikat üyeleri. Nazareno ismi ise İsa’nın İsrail’de büyüdüğü şehir olan Nazareth’ten geliyor. Yani Nazarenos, Nazarethliler anlamına geliyor. Beş yüzyıl kadar önce, üstün ırk olduğuna inanan Nazarenos üyeleri, Maya yerlilerini ve kimi zaman da nefret ettikleri hükümet görevlilerini işkencelerle öldürüp, Antigua’da dehşet saçıyorlarmış. Bu hikayeden sonra artık günlük korku limitimi aştığımı düşünüp yatağıma gitmek için izin istiyorum.     

Sascha ve Renny ile Nazarenos'da yürürken...
    

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Kahve cennetinde bir gün 22 Dec 2010 6:16 PM (14 years ago)


Guatemala dünyanın önde gelen kahve üreticilerinden biri. Kahvelerinin lezzetiyle gurur duyuyorlar.  Yetimhaneye giden dağlık yolda kilometrelerce uzanan tarlalar var. Çoğunlukla mısır ve kahve tarlaları. Antigua’nın etrafında da birkaç ünlü kahve plantasyonu bulunuyor. Bunlardan biri Filedelfia, diğeri Azotea. Her öğlen saat birde ve ikide kahve plantasyonlarına otobüs kalkıyor. Plantasyonlara gelen ziyaretçiler hem üretimle ilgili bilgi alıyor, hem kahve tadıyor, hem de uçsuz bucaksız kahve ağaçlarının arasında at binebiliyorlar. Birkaç gündür Azotea’ya gitmek için plan yapıyor ama her seferinde otobüsü kaçırıyorduk. Sonunda bir tuktuka atlayıp gitmeye karar verdik. (Bu arada sanırım daha önceki yazılarımda anlatmayı atladım. Antigua’da tavuk otobüslerinden sonra en yaygın ulaşım aracı tuktuk. Tepesi kalınca bir naylon örtüyle kaplı olan üç tekerlekli motosikletler. Tuktuklar buranın bir nevi taksileri.)


Tuktuk taşlı yollardan Antigua’nın etrafındaki tepelere çıkmakta zorlanıyor. İnsanın içi dışına çıkıyor. Ama gerçekten çok eğleniyoruz, lunaparkta çarpışan arabalara binmiş çocuklar gibi şeniz. 5-10 dakikada Azotea’ya varıyoruz. İki yanıda ulu ağaçların sıralandığı uzun bir girişi var. Sağımızdaki tarlalarda at binenleri görüyoruz. Kolonyal mimaride yapılmış, büyük beyaz bir yapı önümüzde beliriyor. Kapıdaki görevli saatini gösterip fazla zamanımız olmadığını, akşam üzeri beşte plantasyonun kapanacağını söylüyor. Azotea’nın içinde bir de Maya Müzikleri Müzesi var. Önceden burayı gören arkadaşlar çok methettiler, biz de heyecanla müzeye yöneliyoruz. Görevli hem müzik müzesi hem de kahve plantasyonu için ayrı ayrı rehberler olduğunu ama iki turun da aynı anda başladığını söyleyince kendi başımıza hızlıca müzeyi gezip daha sonra plantasyona geçmeye karar veriyoruz. Zaten geç  geldiğimiz için etrafta bizden başka kimseler yok. Etrafın tenhalığını fırsat bilip müze içinde türlü şaklabanlıklar yapıyoruz. Guatemala’nın meşhur enstrümanı marimbayla işe başlıyoruz, ardından vurmalı çalgılar ve flütleri arsızca mankenlerin elinden çıkartarak çalmaya çalışıyoruz. Bizim ardımızdan müzeyi gezmeye gelen iki çift halimize gülüyor ama aldırmıyoruz. Enstrümanlarla bütün hünerlerimizi sergiledikten sonra koşarak kahve müzesine yöneliyoruz.       



Kısa boylu, koyu tenli, ince bıyıklı rehberimiz önce kahve üretimi sürecini anlatmaya başlıyor. “Evet evet” der gibi başımızı sallıyoruz ama İspanyolca anlattığı için arada pek çok şeyi kaçırıyoruz. Yine de bizimle birlikte turu alan İngiliz kardeşlerden daha iyi durumdayız, bilmiş bilmiş tercüme yapıyoruz.  Rehberin anlattığına göre Azotea 1800’lü yılların sonlarında Guatemalalı bir kadın tarafından kurulmuş ve plantasyonu hala aynı aile işletiyormuş. (http://www.centroazotea.com) Ekmeyi biçmeyi, mahsülleri falan anladım fakat rehberin anlattıkları arasında bana en çarpıcı gelen, işlendikten sonra bir kahve ağacından bir kilodan az kahve çekirdeği alınabilmesi oldu. Kocaman da ağaçlar nihayetinde, küçücük kırmızı kahve meyveleri tek tek elle toplanıyormuş hem de!  


Müzede hangi ülkelerin kahveyi nasıl pişirdiklerine ilişkin bir bölüm de var. Türk kahvesi setini görünce rehbere "Aha işte benim memleketin kahvesi cezvede yapılır" diyorum. Hemen ukalalık yapıyor, bizimki çok pişirildiği için kafein oranı daha düşükmüş! "Bana ne, tadı sizinkinden daha güzel" diyorum.
 




“Aman tanrım, ne eziyet bunları toplamak” diye aramızda konuşurken  müzenin arkasında, plantasyonun girişindeki dev alana doğru yöneliyoruz. Burada ayıklandıktan sonra kahve tanelerinin nasıl yıkandığını göreceğiz. Alanın sonunda, elli metre kadar ötemizde, birkaç çelik sütunun yüklendiği ve geniş bir çatının kapattığı su havuzunu fark ediyoruz. Havuzdan çıkan uzun meyilli bir kanalda çekirdekler yıkanıyor. O sırada kanalın kenarında toplanmış olan insan kalabalığı dikkatimizi çekiyor. Önce onların plantasyonda çalışan işçiler olduğunu düşünüyoruz, sonra çoluklu çocuklu aileler olduğunu görünce “kimdir bunlar?” diye rehbere soruyoruz. Meğer şimdilerde Guatemala’da hasat zamanıymış. Etraftaki tarlalarda çalışan çiftçiler mallarını satmak için Azotea’ya geliyorlarmış.




İnsanların ortasında fi tarihinden kalmış kocaman tekerlekli, demir bir tartı, elinde not defteriyle tartının başına oturmuş beyaz şapkalı bir görevli var. Çiftçilerin getirdikleri çuvalları tartıyor. Bu arada çiftçiler ile adam arasında can hıraş bir tartışma yaşanıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Rehber çiftçilerin her gram için haklarını aradıklarını söylüyor. Yaklaşık elli kiloluk bir çuvalı Azotea, çiftçilerden 40 quetzal’e satın alıyormuş. Yani yalnızca 5 dolar!! Çiftçilerin yüzü gözü kapkara, sanki maden işçileri gibi gözüküyorlar. Aralarında hamile ve iki çocuklu bir kadın dikkatimi çekiyor. Bir yandan kavga eden küçükleri yatıştırmaya çalışırken diğer yandan görevliyle pazarlık ediyor. İnsanlara bakmaktan yıkama kısmına odaklanamıyoruz. Kahve tadımı için yıkama bölümünün ardından geçtiğimiz dükkanda bir küçük fincanın neredeyse 5 dolar olduğunu düşünüp hüzünleniyoruz. Kahve çok lezzetli ama gördüğümüz manzaradan sonra rengimiz biraz soluk.   


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Şu halkın çektiği... 16 Dec 2010 9:16 PM (14 years ago)



Burada günler yavaş akıyor. Ya da yarım gün çalıştığım için bana öyle geliyor. Yarım gibi eve dönüp öğle yemeğimi yedikten sonra tüm gün benim. O saatte artık sabah ayazı geçmiş oluyor. Güneş tüm heybetiyle şehrin tepesinde parlıyor. Yürüyüş yapmak, bisiklete binmek, evimizin yakınındaki pazarda ya da harabelerde dolanmak, buradaki tüm binalar gibi çiçeklerle süslü avluları olan kafelerde kitap okumak... Herşey sakin, herşey mümkün. Tamam yollar zorlu, yanınızdan bir araç geçince toz toprak ne varsa yutuyorsunuz; taşlı yollarda yürümek kondüsyon istiyor ama, şehirde her yere yürüyerek gidebilmek de ayrı bir lüks. Her günün tadını çıkarmaya çalışıyorum.
Dün aslında niyetimiz yakınlardaki kahve plantasyonlarından birine gidip Guatemala’nın nefis kahvelerini tatmak ve oradaki Maya müzesini gezmekti. Yazık ki şehirden her öğlen ikide kalkan otobüsü kaçırmışız. Mecburen başka bir güne bıraktık. Ama hemen yerine bir aktivite bulduk: Kadın ve çocuk sağlığı üzerine bilinçlendirme çalışmaları yapan Wings isimli kar amacı gütmeyen örgütün Rainbow Cafe’deki semineri.  Yetimhanede birlikte çalıştığımız Alicia sayesinde Rainbow Cafe’den ve buradaki etkinliklerden haberdar oldum.  Rainbow, girişinde küçük bir kitapevi bulunan, harika yemekleri olan, sakin bir kafe. Her akşam ayrı bir yerli müzik grubu canlı müzik yapıyor; zaman zaman buradaki yaşamı anlatan seminerler düzenleniyor. Bazen bilgisayarımı kapıp buraya geliyorum, kahvemi yudumlayıp yazılarımı yazıyorum. ( www.rainbowcafeantigua.com )
Daha önce de söylediğim gibi Antigua, hatta Guatemala, sivil toplum örgütlerinin aktif oldukları bir yer. Nedeni malum... Fakirlikle, açlıkla, eğitim ve sağlık olanaklarının yetersizliğiyle savaşan bir ülke burası.  
Guatemala’da yaklaşık 40 yıl süren iç savaş ancak 1996 yılında imzalanan barış anlaşmasıyla sona eriyor. Endüstrinin gelişmediği, çoğunluğun tarımla geçinmeye çalıştığı Guatemala, ABD’de kaçak işçi olarak çalışanların ailelerine gönderdikleri paralarla ekonomisini ayakta tutmaya çalışıyor. İç savaş öncesinde müthiş Maya medeniyetini neredeyse yok olma noktasına getiren ve yüzyıllar süren İspanyol sömürgeciliğini, ardından komünizm endişesiyle ardı ardına darbeler organize ederek ülke yönetimine despot diktatörleri getiren, 40’lı ve 50’li yıllarda geliştirmek istediği frengi ilaçlarını Guatemalalılar üzerinde test ederek birçok insanın ölümüne ya da akli dengesini kaybetmesine sebebiyet veren ABD’nin marifetlerini de unutmamak gerek.
İç savaş sonrasında halk huzurlu ve refah içinde bir ülkeye kavuşmayı hayal ederken kendisini işsizlik ve fakirliğin içinde buluyor. Kolombiya üzerinden Meksika ve ABD’ye giden uyuşturu trafiği nedeniye mafya palazlanıyor. Mafya savaşları nedeniyle hepi topu 13 milyonluk ülkede günde 48 kişi ölüyor. (Bu rakam savaş halinde olan Irak’taki ölümlerden fazlaymış) Fakirlik ve yetersiz beslenme nedeniyle ölenlerle bu sayı daha da katlanıyor. Orta Amerika’da gerilla savaşının sona ermesi, hareketin siyasallaşması ve sonrasına ilişkin detayları merak ederseniz Metin Yeğin’in Gerillanın Barışı (El Salvador-Guatemala-Meksika/Barış ve Ateşkes Süreci, Tarem Yayınları) kitabını okumanızı ve Zapatistalar dahil bölgedeki pek çok otoriteyle görüşmeler yaparak hazırlamış olduğu belgeselini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.  
Bu süreçte, dünyaca ünlü Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında da anlattığı, Latin Amerikalı işçileri yıllarca karın tokluğuna çalıştırarak sendikalaşanları ABD baskısı ile öldürten  Amerikan muz üreticisi United Fruit Company’den de bahsetmemek olmaz. Guatemala dünyanın bir numaralı muz üreticisiyken halk ne yazık ki bu kazançtan payını hiç alamamış. Yıllar sonra UFC’nin ülkedeki faaliyetlerine son verilmiş. Yüzyıllar süren bu sömürü düzeninden yılmış olan Guatemala halkı, yabancı şirketlerin ülkelerinde faaliyet göstermeleri konusunda haliyle çok hassas. Geçtiğimiz yıl Kanadalı bir maden arama şirketine ülkenin kuzeyinde çalışma izni verilmiş. Bu nedenle protestolar düzenlenmiş ve göstericiler ile polis arasında şiddetli çarpışmalar yaşanmış.     
Ah... konuyu çok uzattım biliyorum... Ama sanırım burada kadın ve çocukların durumunu anlatmadan önce bu özet bilgileri geçmem gerekiyordu...  Wings’in kurucusu Sue Patterson’ın anlattığına göre Guatemala, yetersiz beslenme ve doğum sırasında ölüm oranında dünya üçüncüsü. Yetersiz beslenme nedeniyle ölümde pek çok Afrika ülkesinden,  tamamı neredeyse çöl olan Yemen’den bile daha kötü durumda. Sue konuşmasını yaparken haliyle birçoğumuz “böylesine verimli topraklara sahip bir ülkede insanlar nasıl olur da yetersiz beslenmeden ölür?” diye soruyoruz. “Fakirlik ve cehaletten” diyor Sue. Nüfusun yarısından fazlası günde 2 dolardan az bir parayla geçinmeye çalışıyor. Maya köylerinde insanlar mısırdan yaptıkları tortilla ekmekleri ve kara fasulye ezmesinden başka birşey yemiyorlar. (Sanırım Facebook’ta yayınladığım fotoğrafları görüp, yerlilerin neden böyle kısa boylu olduğunu soran arkadaşların sorularına açıklık getiriyordur.) Sue beslenme alışkanlıklarını anlatırken enteresan bir örnek de veriyor: “Bir gün köylerden birinde, yaklaşık 20 yıldır brokoli yetiştirip satan bir çiftçi ile sohbet ediyorduk. Brokoli buraya has bir sebze değil, çiftçi yalnızca geliri için yetiştiriyor. Brokoli ile ne gibi yemekler yaptıklarını sorduğumda ‘hiç tadına bakmadık ki, mısır ve fasulye bize yetiyor’ dedi adam. Gerisini siz düşünün...”


Yetimhaneye giden yoldan yandaki tarlalarda çalışan kadınlar sırtlarında yükleriyle geçiyor. Utanıp önümden geçerlerken fotoğraf çekemiyorum, uzaklaşmalarını bekliyorum. 





Burada kadınlar 18 yaşına kadar en az 2 çocuk sahibi oluyor.  Bir Maya kadınının ortalama 4 çocuğu var, bu rakam 8’e kadar çıkıyor. Koyu katolik olan ülkede kürtaj anayasa tarafından yasaklanmış. Ata erkil toplum yapısı nedeniyle bu konuda kadınların söz hakkı da yok. Bu nedenle doğum sırasında yaşanan kadın ölümleri oranı, fakirlikten sokağa ya da yetimhaneye bırakılan çocukların sayısı çok yüksek.  Wings ekibi ve gönüllüleri, köy köy dolaşarak doğum kontrolü konusunda aileleri bilinçlendirmeye çalışıyor. Sue’nun söylediğine göre bu konuda öncelikle erkekleri ikna etmek zorundalar. Seminerlerin ve eğitimlerin çoğu da erkekler için düzenleniyor. Kilise ve yasaların aleyhlerine çalıştığı bu yerde zorlu bir iş yapmaya çalışıyorlar. (Merak edenler için www.wingsguate.org)  

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Yetimhanede Noel telaşı 15 Dec 2010 8:31 PM (14 years ago)



Evimiz gibi yetimhaneyi de Noel telaşı sarmış durumda. Guatemala’da Noel’in kutlandığı Aralık ayında okullar toptan tatilde. Aslında adet şöyle; burada haftasonları dışında tüm yıl boyunca tatil yapılmıyor, Kasım ve Aralık aylarında herkes izne çıkıyor. Yetimhanenin yöneticisi Nancy çocukların özellikle Aralık ayını eğlenerek geçirmelerini istiyor. Bu nedenle dans etmeleri, Noel süsleri ve hediyelerini hazırlamaları, at binmeye ya da şehrin içinde bir gösteri ya da konsere gitmelerine önem veriyor. Semillas’da çocuklar gerçekten çok şanslı, zira buradaki devlet yetimhanelerin hali berbat... 
Bir süredir Noel süslemeleri için yıldızlar, balonlar, ağaçlar, evler yaptırıyorduk çocuklara. Dün sabah yetimhaneye gelip çocukların odalarına doğru yürümeye başladığımda avludaki devasa masayı görüp çığlık attım. Meğer yaptığımız o el işleri İsa’nın doğumunu ve yaşadığı köyü canlandırmak içinmiş! Bendeki de cehalet işte... Bir gün önce biraz rahatsızlanıp yetimhaneye gidemediğim için marangozların ve bahçevanımız Carlos ile oğlunun avlunun ortasında inşa ettiği bu koca şeyi görmemişim. Miniklerden önce uyanıp üstünü giyinmiş olan Marta’yı kolundan tutup masanın hemen önünde bir fotoğraf çektiriyorum. Noel günü, çocuklar, tüm yetimhane çalışanları ve gönüllüler birlikte bu masanın etrafında öğle yemeği yiyeceğiz.  


Yetimhaneye gelir gelmez önce 5 yaş ve üzerindeki çocukların odalarına giriyoruz. Sabahları bize nazlanmaya bayılıyorlar. “Mama çorabımı giydir, Beliş (evet bu yeni ismim!) saçımı tara...” diye herkes bir ağızdan bağırıyor. Oysa ki 3 yaşındaki bıdıklar dahil hepsi kendi işlerini yapabilmeyi çok iyi öğrenmiş durumdalar.  Ama elbette birileri onlarla özel olarak ilgilensin, sabah öpücüğü versin istiyorlar. Neyse ki zamanla çocuklarla tek tek ilgilenebilmeyi, ama gerektiğinde de onlara hayır diyebilmeyi öğrendim. Yoksa nereye koşturacağınızı bilemiyorsunuz.  Renny, çocukların İngilizce öğretmeni Alicia ile büyüklerin oyun odasına doğru yollanırken, ben de Isabel’e yardım etmek üzere  ufaklıkların odasına gidiyorum. Burası yan yana dizilmiş tahtadan onlarca bebek yatağının bulunduğu, duvarlarında  tek bir süs bile olmayan, bu yaşta çocuklar için oldukça soğuk ve boş bulduğum bir yatakhane. Bizim çocuk odalarımızı, daha aklı ermeyen bebeklerimiz için hazırladığımız süslü, şatafatlı yatak odalarımızı düşününce  içim sızlıyor. O çıplak odada  yine de hallerinden memnunlar, karyolanın yanına tutunmuş gülüşüyorlar.  
Isabel her sabah onları giydirmek ve sınıfa hazırlamak için mücadele veriyor. Geçen gün aramıza yeni katılan diğer bir gönüllü olan Cindy ile, “Biz yokken Isabel tek başına bu çocuklarla ne yapıyordu?” diye hayretle konuştuk. Çocukların adlarını ve huylarını öğrenmeye başladıkça işimin daha da kolaylaştığını hissediyorum. Sanırım onlar da bana alışmaya başladılar. Hastalandığım gün Renny’ye “Bugün kardeşin gelmeyecek mi, Beliş nerede?” diye sormuşlar. Çok hoşuma gidiyor... Hem artık 10-15 dakika içerisinde 10 çocuğu sırayla tuvalete sokabiliyorum. Gülmeyin, bu büyük bir başarı! El yüz yıkama, saçlarını tarama faslından sonra buranın keskin sabah ayazından ciltlerini korumak için yüz ve ellerine krem sürüyoruz. Kremlenmeye bayılıyorlar. Geçen gün daha doğru düzgün konuşamayan bir tanesi pijamasını sıyırıp bacaklarını işaret ederek “burayı da kremle” dedi. 

                                          Renny benim eşek gözlü dediğim Evelin ile oynarken

Sabah ufaklıklarla kitap okuyup oyun oynuyoruz. Bu hafta itibariyle dans etmeye de başladık. Isabel’in ısrarıyla buradaki aileme hediye etmek için getirmiş olduğum oryantal CD’yi getirmemi istemesiyle çocuklarla göbek bile attık. Gülerken elleriyle ağzını kapatıp gözlerini kısan, içlerindeki en utangaç  çocuklardan biri olan Marcos bizim havalara bayıldı. Beni taklit edip uzun uzun dans etti. Burada CD’yi durdurup gülerek Isabel’e döndüm: “Isabel bizim oralarda bu dansı erkekler yapmaz. Kızları ayırıp mı dans ettirseydik?” diye sordum. Guatemalalı bir zenne yaratabileceğim endişesini taşıdığımı tam olarak anlatamadım tabi...
Sabah saat onda tüm çocukları alıp bahçeye çıkıyoruz. Onlar Isabel ile meyvelerini yerken biz de bazen sigara içmek için bahçenin dışına kaçıyoruz. Yetimhaneyi koruyan güvenlik görevlisi Don Servilio gülerek demir kapıyı açıyor, sonra her zamanki gibi o günün hava durumu kritiğini yapıyor. Parramoslu Don Servilio haftanın altı günü bir diğer görevliyle birlikte bekçilik yapıyor. Dinlenmek için bir tek Pazar gününün olmasından yakınıyor. 

                                          Don Servilio fotoğrafını çekmek isteyince utanıp yüzünü gizliyor                                       

Bir saat sonra çocukları bahçeden zorla toparlayıp içeri alıyoruz. Bu defa el işleri ve hediyelerin hazırlanmasına yardım etmek üzere Hugo’nun sınıfına geçiyorum.
Burada geçirdiğim kısacık zamanda gördüm ki bu çocuklar şımarıklık nedir bilmiyorlar. Evet aralarında sorunlu ve kimi zaman huysuz bazı çocuklar var ama bu halleri mızmızlanmaktan değil yalnızlıklarından. Çok küçük şeyler onları çok mutlu edebiliyor. Beş yaşındaki Juan, bugün ona içine uyduruktan bir çam ağacı çiziktirdiğimiz kartondan bir çerçeve yapınca sevinçten çıldırdı. Bütün gün elinde gezdirip arkadaşlarına gösteriyor. Ben de o güldükçe sıkıştırıp öpüyorum.       

                                          Juan ve Marcos ile bahçede



Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Evimizin içinde müzik 15 Dec 2010 6:28 PM (14 years ago)



Madem çocuklar konusu sizi bu kadar hüzünlendirdi, biraz da eğlenceden bahsedelim. Buradaki ilk haftasonum Antigua’yı tanımaya çalışmakla geçti. Cumartesi günü tüm sokakları karış karış yürüdüm. Ayaklarıma kara sular indi. Antigua için Guatemala’nın hayal şehri demek mümkün. Nüfusu sadece 25 bin, kolonyal bir şehir olduğu için koruma altında ve yabancıların gözdesi. Çoğunluk benim gibi gönüllü çalışmak üzere ya da İspanyolca öğrenmek için buraya gelmiş. Hükümet bu şehrin ve burada yaşayanların korunmasına ayrı bir özen gösteriyor. Fakirliğin ve suç oranının çok yüksek olduğu ülkede en sakin kent burası. Bu nedenle adeta yabancıların üssü haline gelmiş. Şehirden 10 dakika mesafede bir köye gittiğinizde ise ülke gerçeklerini en çıplak haliyle görüyorsunuz. Çıplak ayak yürüyen köylüler, çöplerde uyuyan insanlar... Pardon, sizleri hüzünlendirecek konulardan bahsetmeyecektim... Konumuza geri dönelim...  Her haftasonu, başkent Guate’den kahvaltıya, yemeğe, ya da gece eğlencesine gelenler nedeniyle şehrin nüfusu artıyor. Gerçekten de sokaklar arabalar ve insanlarla dopdolu. Burada Türkçe dışında her dili duymak mümkün.  


Antigua’da ilk haftasonum Santa Maria del Guadalupe kutlamalarıyla geçti. Hazırlıklar daha Cuma gününden başlıyor.  Tüm çocukları geleneksel Maya kıyafetleriyle giydirip La Merced kilisesinin önündeki pazar yerine götürüyorlar. Kilisede çocukların katıldığı kısa bir ayin yapılıyor; ardından pazar yerindeki yiyeceklere ve oyuncaklara  dalıyorlar. Kilise önünde sürekli buranın geleneksel çalgısı Marimba’yı çalan bir orkestra da var. Tüm gün boyunca müzik eşliğinde yenilip içiliyor. Burada çocukların en büyük eğlencesi, çatapat ya da -umarım doğru ismi kullanıyorumdur- kız kaçıran patlatmak. Akşam havai fişek patlatan büyüklerini taklit ediyorlar.
Cumartesi günü tüm şehri turladıktan, her metruk binaya, her kiliseye, her çarşıya girdikten ve bitap düştükten sonra eve döndük. Akşam yemeğimizi yerken dışarıdan, evin önünden bazı patırtılar geldiğini duyduk. Mari tüm haftasonu boyunca bizim sokakta kutlamalar yapılacağını, tüm mahallenin davetli olduğunu söyledi. Cumartesi akşamı gece ikiye kadar, Pazar günü de akşam ona kadar sürecekmiş. Mari her zamanki inceliğiyle “Lütfen kusura bakmayın, bu haftasonu çok gürültülü olacak. Ama yalnızca iki gün için” diyor.
Karşı komşusu bir hükümet görevlisiymiş, karısı da gümrükte yönetici olarak çalışıyormuş. Mari’nin söylediğine göre pek zenginlermiş. Bizim sokağın kirinden tozundan burada zengin birilerinin oturabileceğini idrak etmekte zorlanıyorum. Bu komşular ne kadar dindar ve hayırsever olduklarını göstermek için belediyeden izin alıp sokağı trafiğe kapattırmışlar. Cumartesi akşamı için bir DJ kiralanmış ve tüm mahalle eğlenceye davet edilmiş. Daha akşam yemeğimizi bitirmeden camları titreten müziği duyuyoruz. Tekno ve regeton karışımı şarkılar kocaman hoparlörlerden sokağa yayılıyor. Ses giderek yükseliyor, yükseliyor. Artık evde birbirimizi duyamaz hale geliyoruz. Arkadaşlarla kendimizi dışarıya, uzakta bir yerlere atmaya karar veriyoruz. Kapının önüne çıktığımızda gördüğümüz insan seli bizi dehşete düşürüyor. Gecemizi şehirdeki az sayıda gece kulübünü ve barı yoklamakla geçiriyoruz. Ama hiçbiri içimize sinmiyor. Hem hangisinin emniyetli olacağını bilmiyoruz, hem de bizim anladığımız türden bir bar bulamıyoruz. Burada genelde barlar restoran biçiminde, akşam yemeğinden sonra ya masaların yanında ayakta dikiliyorlar ya da kenardaki küçük barın etrafında toplanıyorlar. Eve doğru dönüşe geçtiğimizde La Merced yakınlarında bir avlu görüyoruz. İçeriden Latin ezgileri geliyor. Kafamızı uzatıp bakınca görüyoruz ki içerisi oldukça sakin. Hoşumuza gidiyor, birer bira alıp avluda oturuyoruz.  Avluda yanımızda oturan iki Japonla sohbet başlıyor. Bir anda ne kadar enternasyonel bir grup olduğumuzun farkına varıp gülüşüyoruz. İki Japon, bir Çin asıllı Kanadalı, Bir Avustralyalı, bir Amerikalı ve bir Türk.
Japonlardan biri Türk lafını duyunca sadece o millete özgü olduğunu düşündüğüm “oooo” nidasıyla gözlerini açıyor ve “Daha dün bir Türk filmi izledim ben!” diyor.
Aslında Meksika’da psikoloji eğitimi alıyormuş, ama sinemaya çok meraklıymış. “Ne izledin?” diyorum, anlatmaya çalışıyor. Bu arada, bir Japon ve bir Türk’ün İspanyolca anlaşmaya çalışmasının ne kadar komik olduğunu bilmem anlatmama gerek var mı...  Büyük mücadelelerden sonra anlıyorum ki Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sını izlemiş. “Çok etkilendim, Türk sineması hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bunun gibi başka filmler var mı? Bana ne önerirsin?” diye soruyor. Ben anlattıkça o da isimleri ezberlemeye çalışıyor. Sonra konu dönüp dolaşıp Türkçe ve Japoncanın lingustik olarak birbirine nasıl benzediğine geliyor. Onca laftan sonra, ismini soruyorum. “Yo Si” diyor. Ve katıla katıla gülmeye başlıyor. Tamam, biz anlamadığımızdan Japon isimlerine çok gülüyor olabiliriz ama kendi ismine niye bu kadar gülüyor diye düşünüyorum. Şaşkınlığımı görünce önce kendini gösterip “Yo Si” (İspanyolca Ben, Evet), sonra beni işaret edip “Tu No (İspanyolca Sen, Hayır) diyor. İsmiyle dalga geçtiğini idrak edince kopuyorum; gülmekten gözlerimden yaşlar geliyor. Yo Si’yle helalleşip evin yolunu tutuyoruz. Ama görüyoruz ki sokaktaki eğlence hala devam ediyor. Sabah üçe kadar gürültüden uyuyamıyoruz.
Ertesi gün haliyle tüm ev ahalisi sabaha muşmula gibi uyanıyor.  Judy, eşiyle uyku ilacı almalarına rağmen gece boyunca uyuyamadıklarını, kulağına soktuğu tıkaçlar işe yaramayınca taytlarından birini kafasına sardığını anlatıyor. Pazar akşamki eğlenceyi tedirginlikle beklemeye başlıyoruz. Anlıyoruz ki bu haftasonu uyku bize haram! Sokağa çıktığımızda görüyoruz ki tam bizim evin önüne kocaman bir sahne kuruluyor. Gündüz mümkün oldukça  dinlenmeye çalışıp akşamki kaderimizi bekliyoruz. 


Akşamüzerine doğru sokağımızda hareketlilik başlıyor; insanlar akın akın sokağa doluyor.  Önce sound check seslerini duyuyoruz. Akşam yemeğinden sonra odalarımıza çekilmek üzereyken müzik başlıyor. Ama o da ne?! Bu defa müthiş Latin müzikleri geliyor evimize. Öğrendiğimize göre çalan grubun ismi Rana (Kurbağa) imiş ve 80’lerde Guatemala’da çok ünlüymüşler. Karşı komşu sırf onları getirebilmek için 15 bin quetzal ödemiş. (Yaklaşık 1800 dolar) 

                                          Judy ve Ken camdan bakıyor:)

Odası evimizin ön tarafına bakan Sascha sesleniyor: “Koşun, buraya gelin!” Gittiğimizde sahnenin tam odanın önünde kurulmuş olduğunu görüyoruz. Sahnedeki grup adeta evimizin içine doğru şarkı söylüyor. Bütün ev odanın camına doğru yığılıyoruz. Bizlerin parmaklıklardan sarktığını gören grup üyeleri bize doğru dans etmeye,  el sallamaya başlıyorlar. Sonunda dayanamayıp pijamalarımızla sokağa çıkıyoruz. Judy bir süre camdan müziği dinledikten sonra geceliğiyle dışarı fırlayıp halkın arasına karışıyor. Sokaktakiler halimize çok gülüyorlar ama biz neşeyle dans ediyoruz.

                                          Üstte hırka altta pijama dans ediyoruz, önümüzdeki kalabalık ve sahne görünmemiş...
   

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Başkalarının hayalleri 11 Dec 2010 10:49 PM (14 years ago)



Yetimhaneye gittiğim her gün, “İşte hayal ettiğin şey buydu, buyur bakalım” diyorum. Şimdiye kadar çocuklara derin bir sempati duymadım. Kıymet verdiğim dostlarımın, gayri ihtiyari ve taraflıca sevimli bulduğum çocuklarını, uzaktan sevmekle yetindim. Aslında buraya gelirken gönüllü olmayı tercih edebileceğim pek çok farklı proje vardı; tarihi binaları restore etmek, okul inşaatında çalışmak, dil öğretmek, huzurevinde çalışmak, insan hakları adına gazetecilik yapmak gibi... Gelirken kendime şöyle dedim: “Madem bu işe giriştin, kendini sonuna kadar zorla ve sana en uzak olan ve en insani bulduğun projeyi seç.” Sonunda kendimi Semillas’da buldum.
“Eli öpülesi analar” edebiyatına girmeyeceğim, ama bir çocuğa bakmak, onun ihtiyaçlarını gidermek, yedirmek, içirmek, doyurmak, tuvalete götürmek, hayatı öğretmeye çalışmak, onunla oynamak nasıl zorlu bir işmiş şimdi anlıyorum. Sadece biriyle ilgilenip sevgi ve ilgi vermeye çalışmak bile başlı başına bir işken otuzbeş tanesiyle hakkaniyetle ilgilenmeye çalışmak kadar yorucu bir şey yok. Manen yorucu, çünkü birkaç ay sonra onların hayatından çıkıp gideceğim. Ben gittiğimde çok üzülecekler, benim gibi başka ablaların gelmesini bekleyecekler. Bu suçluluk duygusunu insan üzerinden atamıyor. Bu gerçeği göz ardı ettiğimde bile, her gün “hepsiyle eşit oranda ilgilenebildim mi, bugün şu çocuğu ihmal mi ettim acaba” diye düşünüyorum. Fiziken yorgunluğu ise sanırım anlatmama gerek bile yok. Özellikle 3-4 yaş grubundakilerle çalışmak ciddi bir sabır gerektiriyor. Biri acıktım derse diğerleri de acıkıyor, biri ağlarsa diğerleri de ağlıyor, hepsinin aynı anda çişi, aynı anda kakası geliyor. Bazıları tuvalet sırası gelene kadar kendini tutamadığı için ağlıyor ya da altına kaçırıyor. Zorlukları saymakla bitiremem; ama bir şaşkın bakışları, elimi tutmaları, bir öpücükleri mutlu olmaya yetiyor. Herşeyden önemlisi her gün bana neden burada olduğumu, hayatımı değiştirmeyi neden istediğimi hatırlatıyorlar. Hiç böylesine saf sevgiyle kuşanmamıştım, bazen çok geliyor, idrak sınırlarımı zorluyor.
Çocuklarımdan daha sonra uzun uzun bahsedeceğim; ama esas söylemek istediğim, yetimhane bana sadece çocukların değil, onlarla çalışan insanların hayatlarını ve hayallerini de gösteriyor. Gerçekleştirebildiklerim için kendimi şanslı hissediyor, bir yandan da onların dünyasını öğrenmeye çalışıyorum.     
Isabel, 3-4 yaş grubu çocuklarının öğretmeni. Mayaların bütün fiziki özelliklerini taşıyor: 30-32 yaşlarında, kısa boylu, koyu tenli, balık etli, keskin bakışlı ve iyi eğitimli bir kadın. Bana göre yetimhanedeki en zorlu işi o yapıyor. Derslerini izlemeye bayılıyorum. Çocuklara kitap okurken karakterleri canlandırması, onlara şarkı söylettirmesi, yürüyüşe çıkartması görülmeye değer. 


Her sabah saat 10’da Isabel ile birlikte küçükleri bahçeye çıkarıyoruz. Çimlerde yuvarlanıp küçük oyun parkında oynuyorlar. Sonra biz seslenince hepsi tek sıra olup bahçenin kenarındaki kütüklerin üzerine sırayla diziliyorlar. Her çocuk için bir adet ya da bir dilim meyve olduğu için ellerindekini düşürmeden yemeyi öğrenmek zorundalar. Kazara biri elindeki çimlere düşürürse hakkını kaybediyor. Haliyle çok ağlıyor. O yüzden o bıdık şeyler çok dikkatli. Sıkı sıkı meyvelerini tutuyorlar.
Onlar meyvelerini yerken biz de Isabel ile sohbet ediyoruz. İlk günler bana karşı biraz mesafeliydi. Sonradan İspanyolca konuşabildiğimi görünce açıldı. Öylesine ciddi görünüşlü bir kadın ki, çok disiplinli ve iyi bir öğretmen olduğunu düşünsem de ne kadar şefkatli biri olduğunu anlamamışım. Ama sohbetlerimizde hep çocuklardan bahsediyor. En büyük hayalinin, tepelerdeki Maya köylerinden birinde bir çocuk yuvası kurmak olduğunu söyledi. Özellikle engelli çocuklarla çalışmak istediğini söylüyor. Mayalar engelli çocuklarından çok utanırlarmış, o nedenle çocukları sokağa çıkarmıyorlar. “Oysa aralarında çok zeki, hayata kazandırılabilecek çocuklar var” diyor Isabel. Eğer her şey planladığı gibi giderse iki yıl içerisinde planını gerçekleştirecek. Aldığı çok az maaşla evini geçindirmeye çalışırken bir yandan da 4-5 yaşlarındaki kızına bakıyor ve hayali için para biriktiriyor.


Yetimhanenin idari işleriyle ilgilenen Elisabet ise benim yaşlarımda. Sadece idari işlerle değil, bizzat çocuklarla da ilgileniyor. Yataklarını toparlıyor, yemeklerini yediriyor, giydiriyor, yıkıyor. Her sabah bizi yetimhaneye götüren kamyonete kucağında bebeğiyle biniyor. Bebek henüz üç aylık, ismi Alexandra. Elisabet evlenmemiş, çocuk sahibi de olamıyormuş. Yıllardır bir bebek sahibi olmayı hayal ettiğini söylüyor. Bu yüzden daha birkaç günlük iken Alexandra’yı evlatlık almış. “Evde annem babam ve dört kardeşim ile çok kalabalığız, ama Alexandra’yı onlar da çok sevdiler” diyor. Haftanın bazı günleri okula gidiyor, yeterli maddi olanağa sahip olduktan sonra birkaç yıl önce üniversiteye gitmeye başladığını söylüyor. Yakında üniversiteyi bitirip devlet okullarında öğretmenlik yapmayı planlıyor. “Eğer” diyor, “istediğim işe girebilirsem, ikinci bir çocuk daha evlat edineceğim.”
Yetimhanede ilkokul çağına gelmiş olan çocukların da bir öğretmeni var. İsmi Hugo. Onlara dilbilgisinden matematiğe kadar pek çok konuda ders veriyor. 25-26 yaşlarında, ailesine yardım etmeye çalışan bir adam. Onunla birlikte yaklaşan Noel için çocuklara el işleri yaptırıyoruz. O çocuklarla birlikte renkli kartonlardan yıldızlar kesiyor, ben de Derya Baykal gibi elimde silikon tabancamla aslında güneş olması gereken garip bir bir şey yapıyorum. Hugo bana buraya geliş nedenimi soruyor, anlatıyorum. “Türkiye dünyanın öbür ucu, ne güzel bir şey buralara gelebilmen. Benim de bir hayalim var, ama hayal tabi” diyor. Ne olduğunu soruyorum, “Neresi olduğu fark etmez, bir gün Guatemala’nın dışında bir ülkeyi görebilmek istiyorum. Kazancımla değil yurtdışına gitmek, başkente bile gitmem mesele” diyor. Ben tam onu cesaretlendirecek birşeyler söylemeye çalışırken hızlıca devam ediyor: “Ama bunların hiç biri sorun değil, ben kendime inanıyorum. Evlenip çoluk çocuğa karışmadan başka ülkeleri göreceğim.”
Bu inancı ve coşkusu çok hoşuma gidiyor. “Belki yurtdışında çalışırsın, İspanyolca öğretmenliği yaparsın” diyorum. Fikir çok hoşuna gidiyor, lafa dalıp bir süre çocuklarla ilgilenmeyi unutuyoruz.
  

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Eeee... katolik! 11 Dec 2010 5:15 PM (14 years ago)






Burada ilk haftam koşturmaca ve yerleşmeye çalışmakla geçti. Sabah altı buçukta kalkıp yedide evden çıkıyorum. Birkaç sokak ötemizdeki otobüs terminaline yürüyorum. Yetimhanenin kamyoneti çeyrek geçe bizi alıyor ve yola çıkıyoruz. Bu hafta çocuklarla birbirimize alışmak için yetimhanede biraz daha fazla vakit geçirdik. Daha doğrusu geçirdim demeliyim, çünkü Renny ikinci günde hastalanıp yatağa düştü, ben tek başıma gittim. Artık çocuklardan grip mi bulaştı, yorgun mu düştü bilemiyorum. Öğlen ikide yine kamyonetle beni Parramos köyüne bırakıyorlar, oradan tavuk otobüslerine binip eve dönüyorum. Hızlı bir duş alıp, Antigua’nın merkezindeki  İspanyolca kursuma yetişmek için koşturuyorum. Neyse ki önümüzdeki hafta programım sakinleşiyor, yalnızca öğlen 12’ye kadar yetimhanede olacağım ve İspanyolca derslerini almayacağım. Buradaki yabancılar içinde en iyi konuşan benim. Benim seviyemde kimse olmadığı için dersleri de yalnız alıyorum, çok şımardığımı söylemeliyim. Bu nedenle bir haftalık hızlandırılmış kursun yeteceğine karar verdim. Dolayısıyla gezip pazartesiden sonra dolaşmaya ve burayla ilgili yazmaya daha fazla vaktim olacak. Bu haftasonu itibariyle şehri keşfe çıkıp halkın arasına karışmaya başladım bile...
Buranın yerlileri, okulda ya da evde tanıştığım yabancılar için bir Türkle tanışmak şaşırtıcı. Öğrendiklerinde acayip tepkiler veriyorlar; gözlerini kocaman açıp bağırıyorlar, çok gülüyorum. Konu elbette eninde sonunda dine geliyor. Müslüman mıyım, günde beş kere namaz kılıyor muyum, vs vs... Ama tabi İslamla ilgili bilgilerinin kısıtlı olduğunu söylemeliyim. Örneğin birden “Peki sizin Noel adetleriniz nedir?” diye sorabiliyorlar. Guatemalalılar için din çok önemli. Belki de fakirliğin getirmiş olduğu bir adanmışlık var. Gerçekten de koyu dindarlar. Herhangi bir kilisenin önünden geçerken mutlaka haç çıkarıyorlar. Otomobillerin pek çoğunda ya Meryem Ana ya da İsa sticker’ları var.
Her evde bizim evdeki gibi bir altar var mı bilmiyorum, ama evin bir köşesi adeta küçük bir kilise. Tabi evde bir altar olması yetmiyor, her duvarda, odaların çoğunda İsa resimleri bulunması gerekiyor.



Her yanı dağlarla çevrili olan Antigua’nın kuzeyindeki bir tepede kocaman bir haç (Mirador de La Cruz) şehre doğru bakıyor. Tavuk otobülerinin içi ise baştan sona haçlar, azize resimleri ve dualarla bezeli. Geçen gün bindiğim bir tanesinde “Yüce Tanrım, el frenimin bozulmasına asla izin verme ki bu araçta yolculuk edenler zarar görmesin” yazıyordu. Herhalde İncil’de böyle bir pasaj yoktur diye düşündüm...   
Noel yaklaştıkça, Antigua’daki kutlamalar da hızlanmaya başladı. Akşam altıda hava kararınca hemen her sokakta çocuklar havai fişek patlatıyorlar. Bu öyle geç saatlere kadar sürüyor ki uyumakta güçlük çekiyor insan...
Burada her gün bir festival var diyebilirim. Halk da coşkuyla bu kutlamalara katılıyor. Noel sezonu 7 Aralık’taki Quema del Diablo yani Şeytan Yakma karnavalı ile başlıyor. El Diablo, koloni döneminden bugüne kutlanıyor. Eskiden şeytan şeklindeki fenerler yakılırmış. Bu şekilde şeytanı şehirden kovduklarına inanıyorlar. Kutlamanın yapıldığı gün, yani 7 Aralık, İsa’nın Meryem’in rahmine gün olarak kabul ediliyor. Ama artık Antigua koruma altında bir şehir olduğu için, büyük bir ateş yakılmasına izin verilmiyor. Bunun yerine şehrin göbeğindeki Barrio de la Concepcion’da saat tam 18.00’da şeytan şeklindeki kocaman bir balon ışıklandırılıyor ve göğe bırakılıyor. Sonrasında insan kalabalığı sokaklarda yiyip içip eğleniyor.  

                                          Santa Maria de Guadalupe kutlamalarının hazırlıkları bugünden başladı

Yarın, yani 12 Aralık’ta ise Santa Maria de Guadalupe kutlanacak. Hikayeye göre 9 Aralık 1531’de Mexico City yakınlarındaki Tepeyac tepesinde sürüsünü otlatan Juan Diego isimli bir çobana görünmüş. Diego rahibe gidip Kutsal Bakire’y gördüğünü söyleyince, rahip bir delil istemiş. Üç gün sonra çoban, göründüğü yeri rahibe gösterirken pelerininin üzerinde Meryem Ana belirmiş. Çobanın giydiği pelerin Guadalupe basilikasında hala sergileniyormuş. Bu günü Meksika dışında diğer Latin Amerika ülkeleri de kanıksayıp sahiplenmiş. Yarın Guatemala’da  çocuklar gün boyunca otantik Maya giysileriyle dolaşıp, akşamüzeri La Merced kilisesinin önünde dans edecekler. Kutlamalar bu geceden başladı bile. Şu an sokaktaki karnavalın ve müziğin sesinden güçlükle yazabiliyorum.
Hem El Diablo hem de Guadalupe kutlamalarını kilise onaylamıyor. Zira burada yerliler, katolik adetleri, Mayaların eski şamanik inanışlarıyla birleştirerek kutluyorlar. Şeytan yakma, canavarlara benzeyen Maya maskelerini takarak dans etme adetlerine kiliseye rağmen devam ediyorlar. Noel ve yılbaşı gecesinde ise kutlamaların daha da çılgınlaştığı söyleniyor.   



Bugün şehri gezerken, Aziz San Pedro’nun mezarının bulunduğu kilisedeki kalabalık dikkatimi çekti. Meğer içeride bir düğün varmış. Bir yanda tören yapılırken kilisenin diğer tarafında San Pedro katafalkının etrafında halk dua ediyordu. Mezarın etrafında herkes el ele tutuşmuş, alınlarını mezara yaslamışlar, dua ediyorlar. Sessizce yaklaşıp fotoğraflarını çekerken yaşlı bir teyzecik yanıma gelip kilise için yardım istedi, elindeki kaseye para atınca benim için uzun uzun dua etti. Kendimi emniyette hissediyorum, dört yandan kutsanmış durumdayım...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?