ben değil sırtım isyan etti sonunda... yıllardır kendime dert ettiğim her şey sırtımda yeni bir gerilmeye ve sonrasında kulunca dönüşüyordu. top top olan yumrular nihayet birleşip baş kaldırdılar ve eklem spazmına sebep oldular. şimdi fizik tedaviler mi istersiniz masajlar mı ilaçlar mı....çektiğim ağrı da cabası..
peki benden başka kime ne oldu? hiç...çocukların okulu değişiyormuş, öyle mi olacakmış böyle mi olacakmış..hooop bende bir yumru..benden başkasında var mı? yok..kiler niyetine kullandığımız odaya dolap lazımmış..fiyati iyi değilmiş, modeli bilmem neymiş..amaaann canım ben yaparım..al tahtaları, taşı 2 kat yukarı, uğraş yap..aferin..güzel olmuş...fatura? 2 yumru daha...o öyle demiş, bu da böyle bakmış..3 yumru da öyle...
çok afedersiniz ama benim kendi halt etmem... şimdi böyle kıvranırım ağrım var diye...üstelik yine kendi başıma...
Kopmuşum...
29 Apr 2012 11:55 PM (13 years ago)
Çok ama çoook olmuş yazmayalı.....Aslında anlatacak çok şey oldu ama sanırım kendime saklamak istedim...Belki de üşendim...Ya da nasıl anlatacağımı bilemedim....Tadını çıkarmak daha tatlı geldi yazmaktan...
Hala evimin kadını çocuklarımın anası modundayım...İlginçtir sıkılmadım hatta giderek daha çok keyif alıyorum. Ama yılların verdiği " çalışmam lazım, üretmem lazım, ekonomik özgürlük" kodlanmalarım zaman zaman aldığım keyiften dolayı suçluluk duymama yol açıyor. Sanki artık işe dönme isteğimi kaybetmiş gibiyim. Allah muhtaç etmesin inşallah...Keyfim pek yerinde...
Çalışırken ne yediğimi, ne uyuduğumu, ne anneliğimi...hiçbirini anlamıyordum. Şimdi sabahları çocuklarımı öpe koklaya uyandırmak, okula uğurlamak, evimi toparlamak, yemek yapmak o kadar tatlı geliyor ki bana...Hele yeni edindiğim ama sanki hep varmışlar gibi gelen arkadaşlarımla zaman geçirmek...kaymaklı ekmek kadayıfı yani...
Bana "neredesin?" diye mesajlar atan arkadaşlarım, çok teşekkür ederim sizlere...İyiyim, buradayım. Bir yaramazlık yok. Çocuklarım iyi, okul mokul uğraşıyorlar. Bahar geldi, saksılarıma rengarenk sardunyalar diktim, balkon demirlerimden sallandırdım. Evin önündeki erguvan ağacı açtı çiçeklerini...Az önce arkadaşım sabah kahvesine uğradı bana...Akşamüstü de oğlumun sınıf arkadaşının annesine gideceğiz.
Çok uzun süre yazmayınca birikmiş herşeyi toparlayıp yazamıyorum. Özür diliyor ve sizi öpüyorum en kocamanından....
Ben şahsen bizzat kendim olarak pek öyle sevgi kelebeği, barış güvercini, öpücük balığı bir zat-ı şahane sayılmam. Ama medeni olacağız ayağına genellikle surata yumruk çakma, kafasına saksı geçirme gibi eylemler zihnimde fantazi olarak kalıyor. Aslında şöyle Amerikan filmlerindeki gibi bir bar kavgası gibi bir aksiyona karışsam ne kadar rahatlarım kimbilir.
Çocukken böyle değildim ama...Arkadaşlarım ne zaman oyun kavgasına tutuşsalar ben hemen olay mahalinden kaçardım. Çoğunlukla da eve gelir olanı biteni camdan seyrederdim. Nedense herkes benim pek cevval bir tip olduğumu zannederdi ama aslında pek bir korkak birşeydim. Nasıl oldu da sonra bu hale geldim, kırılma noktam neresiydi pek hatırlamıyorum. Pek hoş bir anı olmasa gerek, beynim silivermiş onu da...
Neyse, ben nasıl olursam olayım çocuklarımızı daha barışçı yetiştirmeye çalıştık eşimle...Ama sonra bir de baktık bizimkiler gagalarında zeytin dalıyla dolaşırken alemin çocuğu bunları ezmeye çalışıyor. Bizim bidikler carcar çene yarıştırabilen tipler olmadıkları için hırsları içlerinde kalıyor eve gelip ağlıyorlar. Biz hep "aman yavrum öyle yapma ayıp, böyle deme arkadaşın üzülür" demişiz onlara..Ama okulda olaylar öyle yaşanmıyor. Bizimkiler ayıp olmasın, karşılarındaki üzülmesin diye sustukça diğer çocuklar iyice zıvanadan çıkmaya başlamışlar.
Tavır değiştirdik arkadaşlar: "Yavrum sen kimseye sataşma ama sana sataşan olursa da diline geleni, elinden geleni ardına koyma, sana birşey diyen olursa da bana gönder" moduna geçtik. Yoksa gelen geçen çocuklarımın iyi niyetinden, efendiliğinden faydalanıp üstüne basacak...
Dedik ama huy kolay değişmiyor. Dün okul dönüşü arkadaşlarla çocukları aldık parka götürdük. Bizimkiler 4 arkadaş güzel güzel oynarlarken aynı yaşlarda 3 çocuk geldi parka..Nasıl bir edepsizlik anlatamam...Bizimkilere vurmaya, tükürmeye filan başladılar. Kızım ve sınıf arkadaşları durumu idare etmeye çalıştılar, ama içlerinde yaşça da en küçükleri olan minik oğlum ağlayarak yanıma gelip saklanmayı tercih etti. Tamam yaşı küçük, boyu diğerlerinden küçük ama yine de bir oğlan anası olarak bu durum bana koydu be arkadaşlar...Mücadele etmese bile oradan kaçmamış olmasını diledim...Sonra dedim ki be salak kadın çocuğu sen yaptın böyle...Kimseye kabalaşmasın, terbiyesizleşmesin, efendi olsun diye az mı uğraştın? Al sana efendi çocuk...Kavga etmeyi bilmiyor...
Oğlana kavga nasıl edilir, nasıl kendini korur öğretmek lazım sanırım, çünkü her anne baba maalesef çocuğuna efendi davranmayı öğretmiyor...
36 yaşında kimlik bunalımı yaşayan ben ne tarafa sardıracağımı şaşırmış durumdayım. Kafası çalışan bir çocuk olmanın üstüne iyi öğrencilik masterı, ardından iyi bir iş hayatı doktorası üstüne çocuk da yaparım kariyer de doçentliği ile beraber gelen tırlatık kadın sendromu neticesinde olduğum ev kadını durumu beni ziyadesiyle ne halt edeceğini bilemeyen kadın dalında profesör yapmıştır.
Buradan edebiyat öğretmeni anneme sesleniyorum: Yukarıdaki cümlemi öğelerine ayırır mısın bi zaaamet hocaanımmm?? Gerisin geri okuyunca ben bile yazdığımı anlamadım...
Şimdi ev hanımıyız ya...ee? netçez bütün gün? ilk 2 ay Allah sizi inandırsın bu evi hergün sildim süpürdüm. Kocama gösteremediğim ilgileri toptan göstermeye kalkıştım, evimin erkeği ocağımın direği olduğunu söyledim, ben bilmem beyim bilir yaptım bir süre... alışmamış garip bu muameleye, biraz bocaladı...hadisenin biraz bokunu çıkarmış olabilirim, bilemiyceemmmm...Yemekler, kekler, börekler artık aklıma ne gelirse yaptım. Çocuklarımla okul çıkışlarında parklara gittim, gezmecilik oynadım. Çalıştığım dönemde onlara gösteremediğim ilginin ruhumda yarattığı deformasyonu yavaş yavaş kazıdım içimden....
Sonraki iki ay daha makul seviyelerde hırpaladım kendimi...Bu buldumcukluk hadisesini normal seviyeye çekmeye çalıştım. Elektrikli süpürge 2 günde bir çalışır oldu, ütüler haftada bire düştü. Baktım pişirdiğim kekleri börekleri benden başka yiyen yok, onları da haftada bir yapmaya başladım. Okul çıkışında çocuklarımla havalar soğuduğu için parka gidemedim ama evde beraber birşeyler yaptım. Bazı günler yapamadım ama olsun, diğer günler dolu dolu geçtiği için suçluluk hissetmedim.
Şimdiki zaman ise 1 aydır filan devam ediyor. Ev ancak haftada 2 kere süpürülüyor. Büfenin üzerine adımı yazabiliyorsam toz almanın vakti ancak gelmiş demektir. Hem pijamaları da ütülemeye gerek yok canım, eşimin gömleklerini ütülesem yeter. Bakayım dolabına..Haaa..tamam daha giyecek gömleği varmış, ütünün acelesi yok...Yemekte köfte yapsam?? Hem çocuklar da arıza çıkarmaz...
Eeee..o zaman bir sürü zamanım kalıyor..Ne yapsam? Hah tamam, hep heves ettiğim şu karışık renkli kare kare yamalı battaniyelerden öreyim..
Burada parantez açıyor ve sizi şuraya gönderiyorum: Neyime güvenip direkt battaniyeden başlıyorum bilmiyorum. Önce bir el bezi filan örseydim daha iyi olurdu ama yookkk...Teyzemle gidip yün aldıktan sonra uzman TV'den bu tığ işi denen meret nasıl yapılır oturup onu öğrendim. Şimdi örüyorum. Vallahi örüyorum kızlar..Meğer ben ne kabiliyetli kadınmışım da kimsenin haberi yokmuş...Açıyorum bir film, alıyorum elime tığımı yünümü, alıyorum bir bacağımı da altıma örüyorum...
Var ya eski iş arkadaşlarım ve de tedarikçilerim beni böyle görseler ya inanmazlar ya da yere düşerler gülmekten...Eskinin cadı planlamacısı battaniye örüyor yuvacığında...
Öperim...

Hayat benim için nihayet normal rutininde devam etmeye başladı.
Artık her gün enteresan olaylar gelmiyor başıma..
Artık her gün birileri itina ile sinirlerimi tepeme zıplatmıyor
Artık her gün "ulan ben ne biçim anneyim, kariyer uğruna çocuklarımı ihmal ediyorum" derdine düşmüyorum
Ruhsal dünyam gelgitler yaşamıyor pek...
Aşırı yorgunluğumla baş etmeye çalışmam gerekmiyor
Bir delinin kuyuya attığı taşı 39 akıllıyla çıkarmaya da uğraşmıyorum
İnsanlarla projeler dışında bir şeylerden konuşabiliyorum
Pazartesi sendromları karnımı burmuyor
Uzun zamandır olmaya ihtiyacım olan kadın oluyorum yavaş yavaş...
Çocuklarımı okula uğurlayabiliyorum
Kocamı işe hayır dualarımla gönderebiliyorum
İnanır mısınız evi süpürmek bile çok keyifli bir şeymiş..
Televizyonda düzgün bir filme denk gelirsem ütü bile zevkli olabiliyormuş
Yemek yapabiliyor, üstüne tatlı ne yapsam diye düşünebiliyorum
Artık evdeki bakıcı kadının yemeklerine muhtaç olmuyoruz ailece...
Arkadaşlarımla görüşebiliyorum
Ailece ev gezmeleri yapabilmeye başladık
Misal: Dün gece çok sevdiğimiz arkadaşlarımız aradı, "hadi, peynir-şarap gecesi yapalım, atlayın gelin" dediler.
Pijamaları atıp giyinip gittik, o sohbet bize ilaç gibi geldi..
Sakinim kısaca...
Şükür...
Allah bozmasın, nazarlardan esirgesin..
Ancak bu durumda bloğuma yazacak pek fazla bir şey de gelmiyor aklıma..
Affola...

Şimdi böyle şey de söylenmez ama....Ne yapayım, onunla ilgili düşüncem bu...Marilyn yaşlanmadan ölmekle kendine iyilik yaptı bence...
Ben severim MM'yu. Mükemmel bir karışımdır benim gözümde. Kadınsılık ile çocuksuluğu, vamplık ile saflığı bu kadar iyi harmanlamış kadın çok az olsa gerek...Onun yarı aralık dudakları ve yarı kapalı gözleri ile verdiği şuh pozlarda bile bir korunmasızlık, bir sevgiye açlık hissi alırım. Acıma hissi uyanır içimde..Çocukluğunda yaşadığı sevgisizliği herkesin sevgilisi olmaya çalışmakla telafi etmesi üzer beni...
Sanatsal kişiliği ile ilgili bir yorum yapmak istemiyorum. Evet bir dönem kendini gerçekten geliştirmeye çalışmış ama olmamış bence...Ne de olsa o arzulanan kadın modeliymiş, başka türlü senaryo gelmemiş herhalde eline...benim gözümde çok iyi bir oyuncu değildi, popüleritesi sayesinde aldığı rollerdi onlar ama oynadığı filmleri kesinlikle izlenebilir kılıyordu.
Nereden geldim bu konuya ben? Ay, evet, 2012 yılı Marilyn Monroe yılı ilan edilecekmiş. Ölümünün 50. yılı dolayısıyla...Öldü mü öldürüldü mü hala muallakta ama bence o yaşlarda hayata veda etmeseydi efsane olamazdı. Yarım kalan bir hayat olduğu için efsaneleşti, tıpkı James Dean gibi...
Bazı sanatçıların yaşlanmaması lazım bence. MM bunlardan biri. Yani düşünsenize gençliğinizde erkeklerin hayallerini süslemişsiniz, millet sizin için ölmüş bitmiş..Yaşlanınca buruşmuş cildiniz, bükülen beliniz, yoluk yoluk olan saçlarınız yüzünden ancak büyükanne rollerine razı olur duruma gelmişsiniz o da şanslıysanız...
Bunu çok iyi taşıyanlar yok değil...Misal Sophia Loren..Ama nedense Marilyn bunu kaldıramazdı gibi geliyor bana...Zaten çok hassas, çok kırılgan olduğu söylenir ya.. Zaten yaşadığı güvensizlikleri içki kadehlerinde ilaç şişelerinde boğmaya çalıştığı anlatılır ya...Ne olacaktı yaşlanınca...Bir başka Brigitte Bardot vakası daha gelecekti muhtemelen karşımıza..
Ya da hayatını oynadığı Dolce Vita filmindeki gibi yaşayıp yaşlanıp beş parasız kalan Anita Ekberg mesela...Nerede 60'lı yılların Anita'sı nerede şimdiki Anita...Devletten yardım parası almaya çalışıyor şimdi eski tapılası kadın...Türkiye'de de örnekleri çok değil mi zaten? Mesela bugün televizyonda Bayan Bacak Serpil Örümcer vardı. Yardım istiyordu hayatını sürdürebilmek için...Hoş gerçi ona gelene kadar en acı örnek Cahide Sonku'dur benim için...
Yaşlanmak kötüdür, yaşlılık çirkindir demiyorum. Sadece her ünlü bunu kaldıramayabilir diyorum. Her diva yaşlılığı Türkan Şoray gibi, Sophia Loren gibi taşıyamaz diyorum o kadar...
Bu arada memleket çalkalanırken ben niye fındık fıstık konular mı yazıyorum? Hiç girmeyelim o mevzulara..çok sinirliyim...Alain Delon'u bile harcayabilirim o kadar diyeyim...

Cezayir'de Kıvanç Tatlıtuğ yüzünden boşanmalar artmış.
Hey Allah'ım...
Ne düşüneceğimi şaşırdım. Karısını film artistinden kıskanan damacana kafaya mı saydırayım, Kıvanç'ın resmini cep telefonuna duvar kağıdı yapan kadının mı aklına şaşayım...
Hoş gerçi ben de eşimin cep telefonunda ne bileyim bir Adriana Lima duvar kağıdı görsem, en kanatlı ve dantelli tarifeden bir resim mesela, boşamak yapacaklarımın yanında yanağına öpücük kondurmak gibi kalır. O yüzden karısının abartılmış Kıvanç hayranlığı karşısında onu boşayan kocaya da fazla yüklenmemeliyim aslında...
Ben kadınlara şaşırıyorum. Tatlım, güzelim, sevgili Cezayirli hemcinsim...Anlıyorum ağır baskıların olduğu bir ortamda yaşıyorsun, elinde avucunda ancak televizyon var. Eh Kıvanç da hoş adam, onu da anladık..Ama be mübarek kadın, ne diye resmini oraya buraya döşüyorsun...Anladık, evlisin diye ölmüş olman gerekmiyor ama hayranlığın da bir dozu vardır be şekercim...
Bak mesela ben de Bon Jovi'ye hayranım..ama resmini oraya buraya döşemiyorum. Jim Caviezel'i de beğenirim ama sadece oturup efendi efendi filmlerini seyrediyorum. Sana da aynısını tavsiye ederim. Hayır kocandan boşandın da ne oldu? Kıvanç koşa koşa sana mı gelecek? Ha sen zaten kocadan ayrılmayı planlıyordun da bu bahanen olduysa... ne diyeyim....
Oraya buraya resim yapıştırma yaşı 19-21 yaşları arasında biter normalde. Bu yaşlara kadar Luke Skywalker'ın pul kadar resimlerini cüzdanımda taşırdım misal...Ama sonra büyüdüm...En azından bu konuda ;-)
Şimdi Şu Anda...
21 Dec 2011 11:11 AM (13 years ago)
Çocuklarım yattılar, ama uyumamak için türlü numaralar çekiyorlar. Susadım anne, bugün ne oldu biliyor musun anne, uykum yok anne, İpek'in de uykusu yokmuş anne, yorganı düzelt anne...
Allah'ın fazla sabır vermediği bir kulu olduğumdan az önce bu muhabbet HÖÖÖEEEYYTT...YATIN LEEYYNNN...SABAHA KALKAMIYORSUNUZ SONREEEAAAA..diye hönkürmem ile bitti..İki tırsak girip yataklarına seslerini kestiler şimdilik...Lütfen şimdi, ideal anne olanlarınız bana "aaa...çocuklara öyle mi davranılır" filan demesinler, bu saatte kaldıramayacağım..Yarın gene ideal anne olmaya çalışırım.
Kayınvalidem salonda Kuzey Güney seyrediyor, eşim ve kayunpederim maç seyretmeye gittiler. Ben mutfakta biraz blog biraz yeni tanıştığım twitter takılıyorum. Göz ucuyla Sülüman'a bakarken el yordamıyla kahve fincanımı buluyorum. Sıcacık mutfağımda burnumda kahve kokusu ile huzur buluyorum.
Ve diyorum ki keşke şu anda kanalları zaplarken bir anda karşıma bir Antony Quinn filmi çıksa...Hayır CD'sini koyup seyretmek istemiyorum. Öyle bir anda karşıma çıksın, bana sürpriz olsun, çok sevineyim istiyorum. Mesela hangi filmi olsun?

Bir Zorba ne iyi giderdi şimdi değil mi?
Ya da...
Kasabanın Sırrı olsa mesela...
Onlar olmazsa bir Rock Hudson-Doris Day da iyi giderdi hani...
Olmadı kutumu açacağım...CD kutumu :-))
Sevgiler

Sormayın....Hiç bana değmeyin...
Zaten zor zoraki dengemi bulurken, "tamam, kalıp rejime girdi" derken, nihayet birşey düşünmeden yaşamaya başlamışken...Kaygı bozukluklarımı hafifletmişken, birşeyleri planlamadan, ezberden yapmaya alışmışken bu olacak iş değildi...
Arabam bozuldu...Benim cici, tostoparlak fıstık yeşilim "yeter artık yoruldum" demeye başladı...
Oysa yağmurların başlamasına ne kadar sevinmiştim. Sanki çiftim çubuğum varmış gibi, sanki İSKİ Genel Müdürü benmişim gibi ne sevinmiştim ekinler suya doyacak, barajlar dolacak diye...Yağmurdan sonra gökyüzünde gökkuşağı arayan gözlerim şimdi sürekli motor ikaz lambasına bakıyor.
Memleket memleket değil altyapı faciası...İki damla su düştü ya tepemize...Yollar göl, kaldırımlar dere...Çocukları okuldan almaya giderken mecburen girdim suya...Aslında sevgili arkadaşım Arzu ben suya balıklama dalmadan 5 saniye önce arayıp uyarmıştı beni..." su var bu yoldan gelme" diye..Ama ben hangi su diyene kadar daldım cumburlop...Ve arabam devir almamaya başladı...Tamirci servis filan derken hediyesi 375 kağıt...Termin Cuma...Ben yürek selanik bir şekilde arabayı kullanmaya devam etmek zorundayım aksi takdirde bir iş halletmem mümkün değil...
Haa..bir de Cumartesi günü kızımın doğumgünü partisini yapacağız kısmetse...Kuşum gayet rahatken tüm tasa yine bana düştü..Ne ikram edilecek, nasıl olacak, ya olmazsa, ya bir terslik olur da kızım üzülürse...Oysa aslında herşeyi planlamıştım ama insanın dengesi sarsılmayagörsün...Bir anda tepetaklak oldum...
Hem de ne oluş....Misal, az önce tamirciden eve girdim..Sağolsun kayınvalidem ben yokken çamaşırları yıkamış, asmış..Şimdi normalde ben ve normal olan her insan bu durumda içinden şöyle geçirir: Ayyy..Allah razı olsun, çamaşırlar yıkanmış, asılmış, ev mis gibi kokmuş...
Değil mi? Yani ben böyle yapardım. Ama zor kurulan kolay bozulan dengem şaştığı için ilk aklıma gelen: Üfff yaaa...şimdi bir de bunların ütüsü var...Kullan at kıyafet olayına mı girsek...
Fıstığım yeşilim tatlı toparlağım bir an önce düzelse de ben yine normalliğe yaklaşabilsem...

Ne inkar ne itiraf bu yalnızca durum tespiti....
İnanmayacaksınız ama ben..... melek yüzlü harika insan olan ben......, görenin hayran görmeyenin pişman olduğu biricik arkadaşınız ben...çok sadist olabiliyorum ve her "normal" sadist gibi bundan keyif de alıyorum. Hiiiç öyle yapıp edip pişmanlık duymuyorum. İyice manyaklaştım...
Huzuru kendi yarattığı huzursuzlukların basit çözümlerinde aramaktan yorulan ruhum bugünlerde yavaş yavaş dinginliği bulmakta...Evet bu çok yavaş gerçekleşiyor ama oluyor, hissediyorum. Bu durum en baş sadistliğim olan vıdı vıdılarımın azalmasına yol açtığı için sevgili kocam sevinmeye başlamıştı içten içe...Amma velakin ben küçük bir sinir bozucu ömür törpüsü olduğumdan küçük bahanelerle hevesini kursağında bırakıyorum adamın...
Mesela en sevdiğim şeylerden biri büyük bir hevesle, muhtemelen uzun zamandır seyretmek istediğim bir filmin başına oturup ve hatta koncamı da o filmi seyretmeye mecbur bıraktıktan sonra filmin 15. dakikasında uyuyup kalmaktır. Sadistlik bundan sonra başlıyor dostlar. Ertesi gün filmi en ince ayrıntılarına kadar anlatmasını istiyorum adamcağızdan. Ne oldu, kim ne dedi, niye dedi, nasıl dedi vs vs vs...Hani sadece anlatmasını değil aynı zamanda o duyguyu da aktarmasını istiyorum içten içe...Sanki koncam kocam değil benim kız yurdundan oda arkadaşımmış gibi...Hayır bir gün o da bana erkek yurdundan oda arkadaşı muamelesi yapıp oturtup zorla maç seyrettirecek korkarım korkarım ondan korkarım...
Ya da mesela evde haftasonu yapılması gereken bir sürü iş çıkarıp sonra da haftasonlarını sabahtan akşama dışarıda olacak şekilde planladıktan sonra evdeki tamirat işlerini yapmadığı için başının etini yemek de bir çeşit sadistlik değil midir?
Ayrıca tatile gitmek isteyip, bulduğu yerleri beğenmeyip, beğendiğim yerlerin fiyatını beğenmeyip, fiyatını ve yerini beğendiğim yerlerin hava durumunu beğenmeyip sonra da beni hiçbir yere götürmüyorsun diye söylenmek de karşındakine kabir azabını fani hayatında tattırmaktır kanımca....
Haa..Bir de...kilo vereceğim forma gireceğim diye canını dişine takıp dar vakitlerde spor salonunda ter akıtan kocası ile aynı beden kot pantalon giymekten korktuğu için yemekte ha bire evde yapılmış pide, börek vs. pişirip adamı şişiren kadın da bence günah hanesine skor eklemektedir. Ama Allah'ım yani bu durumu aile saadetimizin devamı için yaptım desem hafifletici sebep sayar mısın? Hani iyi hal demiyorum, hafifletici sebep diyorum :-)
İyi de ben bunları neden yapıyorum? Ne bileyim kardeşim...Bunları da yapmazsam ne kadar sıkıcı bir kadın olurdum kimbilir...Hayır yani mükemmellik de sıkar adamı..Yalnız bakar mısınız bendeki şu tevazuya...
Anlamadığım şey şu: Bu sabır abidesi koca kişisi acaba onu çok sevdiğimi bildiği için mi ses etmiyor yoksa beni çok sevdiği için mi? Yoksa acaba başa gelen çekilir diye mi düşünüyor? E bi cevap rica etsem.....

NOT: Yazıyı yazdım ama sıkıldım...sadece kendi kişisel tarihime not düşmek amacıyla blogda tutuyorum, siz en iyisi okumayın bu yazıyı....
******************************************************
Şu an itibariyle aslında oturup bloglarda gevezelik yapmak yerine başka bir sürü şey yapmam gerekiyor. Mesela:
4 gündür yatak odamdaki mavi leğenin içinde gözüme gözüme bakan ve de batan çamaşırları ütülemem gerekiyor.
Yemek pişirmem de lazım
Çıkardığım nevresimlerin yerine temizlerini takmam gerek
Çekmece içlerini de adam etmeli
Toz almalıyım
Hava güzel, dışarı çıkıp biraz oksijen de mi yüklemeli bünyeye?
Hiçbirini yapmayı canım istemiyor. Benim iyi bir iş çıkarabilmem için sanırım iki ayağımın bir pabuçta olması gerekiyor. Mesela günde 8 toplantıya girdiğim zamanlarda üstüne bir de eve gelirken o yorgunluğuma rağmen market alışverişini filan da yapardım. Ev işlerini kadın hallederdi tamam ama arada benim de elim bazı şeylere değerdi. Zamanım yokken yapılması gereken herşey için daha çok zaman yaratabilirken şimdi boool bol zamanım varken elimin hiçbir şeye gitmemesi enteresan...Çalışan kadın olmak ayrı bir psikoloji...En basitinden insanı bir disipline sokuyor. Ben kendi kendimi o disipline sokamıyorum, birinin beni zorlaması lazım demek ki...
Bu yazının gittiği yer beni korkutmaya başladı...Ben ne çalışan kadın olmayı becerebiliyorum ne de ev hanımı...Ne sabahın köründen akşama kadar eşek gibi çalışmaktan mutlu oluyorum ne de evde oturup ev işi yapmaktan...İkisinin ortası bir düzen lazım bana...Hem çalışmalıyım, para kazanmalıyım, sosyal olmalıyım, kısacası bir işe yaradığımı hissedip manevi tatmin yaşamalıyım, hem de evime, çocuklarıma zaman ayırabilmeli, kocama karşı güleryüz gösterecek enerjiye sahip olabilmeli, elime kahvemi alıp cam kenarında kitap okuyabilmeliyim...
Ahhhh ah...öğretmen olmayan kafama ne yapayım ben....Eh, o zamanlar hayallerimiz vardı ya..dünyada çığır filan açacaktık ya..salak gibi gidip mühendis olduk...Üstüne bir de planlamacı...ne çığır açtım ne çığır açtım sormayın...
En iyisi teyzemin dediği gibi sosyal yardım kuruluşlarına ne bileyim STK'larda filan gönüllü çalışmalar yapayım...En azından manevi tatmin kısmını halledebilirim belki böylece...
Neyse..olmadı bu yazı...Kendimden sıkıldım bir anda...ben en iyisi öpeyim sizi gideyim...

Çok istiyorum, bloğumda şöyle gayet ciddi yazılar yazayım, çocuk eğitimi üzerine doğruluğu tartışılmaz fikirler beyan edeyim, ne kadar becerikli bir kadın olduğum hakkında yazıp herkesi kendime hayran bırakayım filan...
Ama gelin görün ki bünyem müsait değil...Hem harika bir anne değilim, elinden her iş gelen becerikli bir kadın da değilim, hem o kadar ciddi de olamıyorum.
Yani bakmayın ben aslında çok ciddiyimdir, hele beni bir tedarikçi toplantısında görün...Ben bu kadar ciddi bir kendimi tanırım bir de Margaret Thatcher'ı...Ama onun dışında gayet rahat olabilen ve de bundan keyif alan birisiyim...Hele bir de iki kadeh alkolü çekmişsem bünyeye değmeyin keyfime...Bu şizofrenik durum başta beni sonra da kocamı yoruyor tabii ama yapçek bi şii yok...Malzeme bu....
Kocam demişken...garibim, vallahi cennetlik adam benim kocam...Cehennem azabını şu fani hayatında tattığı için ben eminim kuradan cenneti çekeceğine....Tövbe estağfurullah, çarpılıcam şurada...
Neyse, adamcağız hem alemin gavuruyla bütün gün uğraşıyor hem eve gelip beni çekiyor. Muhabbete bakar mısınız:
1- Yemekler yenmiş, çocuklar uyumuş, ben TV karşısında bezme pozisyonumu almışım, Metin elinde kuburlara düşesice I-phone'u ile oynamaktadır.
Bir kaç güzel söz duyabilmek, azıcık romantik olabilmek arzusuyla kocaya sırnaşma moduna geçen ben bombaları yağdırırken sevgili kocamın verdiği cevaplar patlayasıca I phone'undan gözünü ayırmadan verilmektedir, a-ha bunun da altını çiziyorum....
Ben: Uyyyy...canım kocam benim, seni çok seviyorum
Kocacım: hımm..ben de seni hayatım...
Ben: Nedeyynnn? ( nasıl cilveliyim anlatamam)
Metin: Nassı yaa? karıcım manyak mısın? 10 yıldır evliyiz, nedeni mi kalmış?
Ben: Aaaa..hadi ama....neden seviyosun beni, sööle karıcıına bakiimm...
Kocacım: Eeeeöööööö...çok güzelsin ayatım
Ben: Neeeaaaa?? Çok mu güzelim? sen şimdi bunun için mi seviyorsun beni? Allah seni kahretmesin..çok güzelmişim....10 yıldır evliyiz ve sen beni bunun için mi seviyorsun?
Koca: Aklıma o geldi karıcım, peki tamam tamam...güzel değilsin o yüzden seviyorum desem??
Ben: NEEAAA? Sen kurban ol benim güzelliğime...36 yaşında 2 çocuk annesi olup da hala 38 beden giyen kaç kadın var heeaa? güzel değil mişim..anti romantik adam...
Koca: ......????
Ben: otur düşün, yarın akşam yine soracam...doğru düzgün bir yanıt ver...ayrıca o ayfonunu da kıracam bi gün haberin olsun...
Koca: Peki ayatım....
Sonuç: Romantizim nanay...
2-
Ben: Metiiiinnn...ay hayatım ben biraz kilo mu aldım?
Metin: ..........
Ben: Sana soruyorum kocam, bi cevap versene...
Metin: Ama hayatım bu sorunun doğru bir cevabı yok ki?
Ben: Nasıl yaneeee?
Metin: Evet almışsın karıcım deseeeem...demesem daha iyi...yok almamışsın karıcım desem bu sefer de kör müsün sen diye başlayacaksın...en iyisi ben sen her zaman güzelsin karıcımla yırtsam bu işten?
Ben: Sana soranda kabahat zaten...
Metin: ......
3- Televizyonda acıklı bir film seyredilmektedir. Kadın ölüyor, kocası yıllar sonra tekrar aşkı buluyor filan....Ay zaten içim şişmiş...
Ben: Metiinn.. fırrk....ben ölsem sen tekrar evlenir misin? fıırkkk
Metin: Hayatım niye ölüyorsun şimdi?
Ben: Konuyu çarpıtma, cevap ver...ölsem tekrar evlenir misin?
Metin: Olur mu hiç öyle şey ayatım? Yapar mıyım? Merak etme, senden sonra tekrar evlenmem ben..
Ben: ( Olanca romantizmimle) Ayyy...canım aşkımmm benim....evlenmezsin demek....
Metin: Tabii evlenmem hayatım, ikinciye evlenir miyim hiç? Bana birincisi yetti..ikinciyi kaldıramam sanırım...
Ben: Allah seni.......
Sonuç: Ölmüyorum ulan, kazık çakacam...Seni de rahat bırakmayacammmmm......
4- Saat gecenin 11'i...Çocuklar uyumuş, koca kişisi sızmak üzere ben olmuşum zangoç...Hamileliliklerimde hiç aşermemiştim, hem de hiç...ama nedense şimdilerde bir aşermedir gidiyor. Biz buna aşerme demeyelim de boşan da semerini ye sendromu diyelim isterseniz.
-- Metinnnn..
--Hımmmm
--Ay Metiinn, canım midye dolma çekti
-- Gidip alayım hayatım
--Ay yok şimdi, akşam akşam..çıkma otur
--Peki
--Metiinn...acaba çiğ köfte mi alsak?
-- Gidip alayım hayatım
-- Ay yok çıkma şimdi, boşver
--Peki
--Metiiiinn
-- Neeeee?
-- Canım zararlı birşeyler yemek istiyooo..Dondurma mı alsan?
--Gidip alayım hayatım, açık biryer bulursam alırım..
-- Ay yok , boşver, çıkma şimdi...
--Gülçin istediğin neyse söyle alayım geleyim
-- Yok boşver, uyurum geçer...
Yani biraz daha uzatsam zıkkımın kökünü ye lafını işitebilirdim...eh bu da " ve kavga böyle başladı" konulu bir yazıya malzeme olabilirdi...Sabırlı adam benim kocam maşallah...emsalsiz yani....
Neyse, ben aslında başka bir yazı yazacaktım...Gene kaçtı ayarım...Ne yazacağımı da unuttum. Ben en iyisi öpeyim sizi, gideyim. Bugün okul-aile birliği toplantısı var yine...Gidip biraz da oradakilere sarayım...

Geçen akşam Yiğit'i uyutuyorum. Tam uykuya dalmadan önce bana döndü ve dedi ki: Sen çok komik bir annesin...İpek de bana arada sırada " sen çok eğlencelisin anne" demeye başladı...
Benim gibi yarı deli, kızdı mı sesi yükselen, ağzından en çok HÖEYYTT gibi güzel Türkçe'mizde yer almayan anlamsız sesler dökülen, çocukları saçmaladı mı anında gözleri şaşı olan ve saçmalamaya beraber devam edebilen bir anneye söylenebilecek en muhteşem sözdür bu...
Ben bu " çocuklarınıza karşı sabırlı olun, stresinizi onlara yansıtmayın, anlayışlı olun, onlar çocuk" filan gibi pedagojik yaklaşımlara karşı biraz alerjik yapıdayım. Niye kardeşim, onlar bizim hayatımızda yer almıyorlar mı? Biz depresyonun dibine vurmuşken çocuklarımızı izole bir ortamda, sanal bir mutlulukta mı yetiştirmeliyiz? Tamam, ölçüyü kaçırmayalım, çocukları da salak etmenin alemi yok şimdi... ama ben ilişkilerde içtenlikten yanayım. Samimiyeti seviyorum ama insana özgü duygularımızı yaşamak için çocukların ortada olmadığı zamanları kollamaya da karşıyım.
Kızgınsam kızgınım, üzülmüşsem üzülmüşümdür kardeşim...Çocuk bu hayatta kızgınlığı da bilmeli, onunla başa çıkmayı da öğrenmeli..Mutluluğu da bilmeli, onunla sapıtmadan nasıl yaşanacağı da bilmeli...Ayrıca herkesin arada sırada saçmalama özgürlüğü olduğunu da bilmeleri lazım. Ki ben bu özgürlüğümü son zamanlarda sıklıkla kullanmaya başladım.
Ama bir de neşeliysem...İşte o zaman gerçekten eğlenceli bir anne oluyorum. Dikkat ediyorum yaşadığımız sitede başka hiçbir anne okul dönüşü çocuklarıyla eve kadar yarış yapmıyor. Burada kimsenin çocuğu sokakta annesine " sona kalan çürük yumurtaaa" diye bağırmıyor. Arabada giderken bağıra çağıra bet sesiyle şarkı söyleyen anneye eşlik eden çocuklar da görmüyorum. Benim gördüğüm herkeste bir ciddiyet bir ciddiyet... Abi n'oluyoruz yaaa? Hiç mi ayarınız kaçmaz sizin? Benim çok kaçar...Aklıma bin türlü şey bir anda üşüşür, eskiden bir filtreleme sistemim vardı, her aklıma geleni söylemezdim, şimdi ne olduysa bana, bir salaklık hali geldi üstüme...Herkes de bundan nasibini alıyor maalesef. En çok da kocam...Her nasıl yapıyorsa fabrika ayarlarını korumayı başarıyor. Ya da
Sitoş'un dediği gibi evdeki deliyi idare edecek bir veli lazım geldiğinden olacak idare ediyor beni...
Misal: Dün eşim mail atmış daha doğrusu şirket içi yazışmayı forward etmiş. 9 Aralık'ta şirketin yılsonu yemeği varmış, aralarına yeni katılan Carlos da gelecekmiş, ne diyormuşum, gidebilirmiymişiz....
Cevabımı aynen kopyalıyorum:
Carlos kim ki? çocukları da alabiliyor muyuz? şimdi kilo vermem ve de elbise almam lazım, siyah elbisemi daha önce seninkilerin yemeğinde giymiştim...9 Aralık hangi gün? bu klavyenin "ı" harfi basmyor. akşama köfte var yemekte...yani kısacası gidelim ayatım....
Şimdi ne yapsın bu adam?
Neyse, akşamüstü çocukları okuldan alacağım, bugün biraz dans edelim, ben dans ederken onlar çok eğleniyor, sanırım ortada 1.73 boyunda nevrotik bir tavuk olması onların hoşuna gidiyor. Benim de....
Bazen bir şarkı duyarsınız...Aklınıza türlü türlü anılar gelir hani...O şarkıyı ilk duyduğunuzda nerede olduğunuz, kimlerle olduğunuz gelir belki aklınıza...Gülümseyerek anarsınız o günlerinizi....Gözünüzün önünde kendini kadın zanneden küçük bir genç kızın danseden, gülümseyerek hayal kuran ya da o an için çok önemli olan ama aslında bir hiç yüzünden ağlayan hali beliriverir....Alır o şarkı sizi götürüverir uzaklara...Bazen bulaşık yıkarken yakalanırsınız bazen bir toplantının ortasında çalınıverir kulağınıza geçmişin sesleri....
Bir de hiçbir anınızın olmadığı, öylesine kulağınıza değen şarkılar vardır. O şarkıyı duyunca aklınıza hiçbir şey gelmez. Ne bir anı, ne bir koku ne bir ses ......Sadece kalbiniz acır. Nedenini bilmezsiniz. Hissettiğiniz sadece şarkıyı beğenmek değildir. Kelimelerle ifade etmesi çok zor olan bir şeydir. Sanki o şarkı sizin bir şeylerinize tanıklık etmiştir de siz hafızanızı kaybettiğiniz için hatırlamıyorsunuzdur. Dilimin ucunda misali çıkarabilmek için nedenini tekrar tekrar dinlersiniz.
Adını bile bilmeden duyunca ruh gibi kaldığım bu şarkı da bende öyle bir etki bırakıyor. İnternette izini ararken öğrendim şarkının adını, Isabel'miş...2-3 kere duydum Isabel'i ama her seferinde içimden ağlamak isteği yükseldi...Ne sorunum varsa Isabel ile ilgili bilemiyorum artık.....

Şimdi dostlarım, iş hayatına ara verdiğim şu günlerde boş durmaya alerjik olan bünyem sayesinde kendime yeni konular bulmaya çalışıyorum. Çünkü arıza çıkarmaya meyilli ruhuma yeterli materyal temin edemezsem eğer kocama sardırıyorum ki bu da evlilik müessesesinin devamını riske sokuyor.
Bundan mütevellit çocukların okulunun Okul-Aile Birliği karmaşasına balıklama atladım. Aslında okul-aile birliği kavramı benim çok ciddiye aldığım, okulda aktif ve etkili olması gerektiğini düşündüğüm bir oluşumdur.
Dün ilk toplantı vardı. Bir yandan telefonda
Sitoş ile konuşurken bir yandan da saçlarımı kabartıp taaa dolabın dibine soktuğum çizmelerimi arıyordum. Giyindim, süslendim ve toplantıya gittim.
Okul sahibi güzel bir konuşma ile başladı. Okul-aile birliğinden beklentileri, geçmiş yıllarda yapılan faaliyetleri anlattı. Yakınlardaki bir okula kütüphane yaptırılmış, bir başka okuldaki çocuklara kıyafet yardımı yapılmış, Van'a destek paketleri gönderilmiş. "Aaaaa" dedim, " pek hoş, Allaaaaahhhh ben şimdi neler yaparım burada" diye içimden geçirirken öyle birşey söyledi ki beni kaybetti.
Okul Sahibi: Yalnız bu sene ben öyle kermes yapalım, para toplayalım, bilmem nereye yardım edelim türü faaliyetleri desteklemiyorum. Önce kendi kapımızı süpürelim, sonra diğer yerlere bakarız.
Eh, haklı adam, tabii yani, olabilir.
Okul Sahibi: Bu okulda % 10 oranında tam burslu okuyan öğrenci bulunmaktadır.
Hımmm...%10 fena değil, aferin adama...
Okul Sahibi: Yani aralarında öyle çocuklar var ki bir bilgisayarı bile yok, bir modemi bile yok!!!
????!!!!....Nassıı yani? Öyle zor durumdalar ki çocukların bir bilgisayarları yok öyle mi? Öncelik vermemiz gereken ihtiyaç bu mudur? Allah aşkına nerede yaşıyoruz biz? Okulun bulunduğu çevrede karnını doyuramayan aileler olduğunu biliyoruz. Tamam okul olarak herkesin her derdine koşmak zorunda değiller, bu daha çok belediyelerin, muhtarların ilgilenmesi gereken bir konu olabilir ama ihtiyaca örnek olarak verdiği şey bilgisayarı yok, modemi yok, vah zavallı mı olmalıdır?
Ben zaten bu bilgisayar işine biraz takılıyorum. Günümüzde bilgisayar çocuklar ve gençler için sınırsız bilgiye ulaşma, araştırma aracı değil, oyun sitelerinde sörf aracı olarak kullanılıyor. Bir çocuğun evinde bilgisayar olmasının şart olduğunu sanmıyorum. Kaçımızın çocuğu bilgisayarı alıp inceleme ve araştırma yapıyor? Ödevleri varsa belki o zaman....Ancak oyun oynuyorlar.
Neyse, dünkü arıza ihtiyacımı da bu şekilde gidermiş oldum canlarım....Öptüm sizi....
Medyum
17 Nov 2011 11:08 PM (13 years ago)

4 yıldır Digitürk abonesi olduğumuz için doğumgünüm şerefine Digitürk tüm kanalları 4 günlüğüne açtı bize...Kanallarda birinde bir dizi keşfettim. Medyum...3 çocuk annesi bir kadının medyumluk gücü var, olmuşu da görüyor olacağı da...Onu anlatan bir dizi...
Bu medyumluk hadisesi hep ilgimi çeker. Bazen öyle bir yeteneğimin olmasını isterim ama mümkünse ruhları filan görmeyeyim. Tırsarım...
İsterim derken olacakları görmek istemem. İyi şeyleri önceden görüp tadını kaçırmanın alemi yok, kötü şeyleri de görüp kendimi hasta etmek istemem. Biraz kaderci bir yanım da olduğu için olacakları önceden görmenin sonucu değiştireceğine inanmam. Ancak dua edebilirim, Allah kötü yazı yazmasın diye...
Ben geçmişi görebilmek isterdim. Olan şeyler nasıl olmuş...Mesela yeni bir kitap aldığımda önce son sayfasını ya da son paragrafını okurum. Kitap yeni olduğu için yazan şeyler bana hiçbir şey ifade etmez, olayları bilmem, kahramanları daha tanımamış olurum. Ama sonunu baştan bilmek isterim. Sonrasında kitabı okumamın sebebi ise o son paragrafa nasıl gelindiğini öğrenmek içindir.
Yani ben biraz "Nasıl" insanıyım. Sonuç odaklıdan ziyade süreç odaklı birisiyim. Başarıya ulaşıp ulaşmamaktan ziyade o yolda yapılanlar, izlenen yol önemlidir benim için...Ama bazen iyi sonuçlar alınması için kötü şeyler yapılması de gerekir. Bunun bir formülü yok kafamda ne yazık ki...Olayları kendi şartları içinde değerlendirmeye çalışırım. Bu bazılarına tutarsızlık gibi gelse de eğer olayın kendi içinde bir mantığı varsa ya da ben empati kurabiliyorsam herkesi kendi gözümde haklı çıkarıp aklayabilirim. Ha ama yoksa kimse de beni ikna edemez...
Özellikle tarih konusunda...Şimdi kitaplarda okuduğumuz tarihi olaylar gerçekte nasıl gerçekleşmiş? İnsanlar neler düşünerek, neler hissederek o kararları almışlar? Sadece geçmişi görmek değil aynı zamanda hissedebilmeyi de çok isterdim. Savaşları, dillere destan aşkları, büyük ihanetleri, yazarları görebilmek isterdim. Da Vinci'nin dehasına tanık olmak ne muhteşem birşey olurdu kimbilir....
Aman neyse....sabah sabah nereden aklıma geldiyse...Şimdi hazırlanmam lazım, bugün okul-aile birliği toplantısı var. Gidip bir bakayım neler konuşulacak....
Öptüm sizi....
Dostlarım, aşağıdaki yazıyı babam forward etmiş ( bu forward etme deyimine de hastayım, iletmiş desek olmuyor sanki)
Neyse, aşağıdaki yazıyı babam iletmiş, Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısı...Noktasına virgülüne dokunmadan gönderiyorum. Hani biz kendimize deli diyoruz ya...Belki de değilizdir :-)))
------------------------------------------------------------------------------------------------
Kim Akıl Hastası?
Psikolog David L. Rosenhan ve ekibi psikiyatristlerin akıl hastasını teşhis etme yetisi üzerine bir araştırma yapmış ve bu araştırma 1973’te yayınlanmış¹ . Ne var ki ben bu ay okuduğum bir kitaptan öğrendim bu araştırmayı; ilginç bir araştırma ve sizlerle paylaşmak istedim.
Rosenhan’ın da başkanlığında yedi kişilik bir psikolog grubu ABD’ni beş farklı eyaletinde kendilerini akıl hastanesine hasta olarak kabul ettirmenin bir yolunu bulmuşlar. Hastaneye kabul edilmek için “kulağıma sesler geliyor; sesler duyuyorum,” gibi ifadeler kullanmışlar. Araştırmanın amacı şu: gerçekte akıl hastası olmayan insanlar, akıl hastalarının arasında konduğunda, acaba akıl hastası olmadıkları uzmanlarca fark edilecek mi?
Hastaneye kabul edildikten sonra, araştırmacılar bu sesleri artık duymadıklarını, kendilerini iyi hissettiklerini ve çıkmak istediklerini ifade etmeye başlamışlar. Ne tahmin edersiniz? Bunların hasta olmadıkları hemen fark edilip, hastaneden taburcu edileceklerini mi? Öyle olmamış; gerçekte hasta olmayan bu insanların hastaneden çıkmaları o kadar kolay olmamış. Bazıları yedi gün müşahede altında tutulduktan sonra serbest bırakıldıkları halde, bazıları elli iki gün içerde tutulmuşlar. “Hastalara,” hastanede kaldıkları süre içinde çok güçlü ilaçlar verilmiş, ne var ki onlar kimse görmeden bu ilaçları tuvalete atıp sifonu çekmenin bir yolunu bulmuşlar. Hastaları muayene eden uzmanlar, bakan hemşireler ve bakıcılar bu kişilerin hepsini akıl hastası olarak görmüş ve iyi olduklarını keşfedememiş. Dördü şizofreni tanısıyla, biri bipolar bozukluk teşhisiyle hastaneye kabul edilmişler ve içerde bırakılmışlar.
Şimdi araştırmanın başka ilginç bir yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum; doktorlar, hemşireler ve bakıcılar bu kişileri akıl hastası olarak gördükleri halde, hastanedeki gerçek akıl hastaları araştırmacılara, “haydi oradan, siz hasta değilsiniz, siz gazetecisiniz, hasta numarası yapıyorsunuz,” demişler.
Bu araştırma basılmadan bir konferansta duyan bir akıl hastanesi uzman kadrosu, böyle bir şeyin olamayacağını söylemiş; hepsinin uydurmaca olduğunu iddia etmiş.
Rosenhan, “peki, sizin hastanenize yalancı-hastalar göndereceğim, onları bulun öyleyse,” diyerek onlara meydan okumuş. Hastane yalancı-hastaları bulmak üzere uyanık bir döneme girmiş (teyakkuza geçmiş) ve gelen hastaları dikkatle gözlemeye başlamışlar. Rosenhan gerçekte hiçbir yalancı-hasta göndermediği halde, hastanedeki bir psikiyatrist ve yardımcı sağlık görevlisi birkaç ay, gelen hastaların yüzde onuna yakın bir kısmını yalancı-hasta olarak teşhis etmiştir.
Peki, bu neyi gösteriyor?
Akıl hastalıklarının teşhisiyle ilgili belirsizlikler kolayca ortadan kaldırılamamaktadır ve bu nedenle gerçek hastayla yalancı-hasta arasında ayırımı uzmanlar dahi kolayca yapamamaktadır. O nedenle bu alanda belirli kişilerle ilgili beklentiler oluşturulursa, yani bir kişi hakkında, “bu adam akıl hastası” gibi yaftalar yapıştırılırsa, onun normal davranışları dahi anormal görülebilmektedir.
Hastanede gerçek hastayla hasta olmayanı ayırt etmek bu kadar zor ise, normal günlük toplum yaşamında ayırt etmek daha da zor olacaktır.
Bu çalışma, bir kişinin gıyabında dedikodu yapmanın, onu karalamanın neden kötü olduğuyla ilgili bilimsel bir çalışma olarak algılanabilir.
Psikolog Rosenhan ve ekibine kendim ve sizler adına teşekkür duygusuyla doluyum; böyle bir çalışmayla farkındalığımız yaptıkları katkılarından dolayı.
Doğan Cüceloğlu (31.07.2011)